Lütfü Şehsuvaroğlu

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü


Скачать книгу

Müftî böyle sadır oldu ki: ‘İkâz-ı fitne idenlere katl lazım olur,’ didikde, sureti fetvayı aldılar, ve cem‘ıyyet yerine geldiler. Ol mahalde Sadrazam tarafından yeniçeri ağası ve bölük ağaları men içun cem‘ıyyete gelüb cumhûr anları taşa tuttular. Ve dahî ol gün donanma-yı hümâyûn, Beşiktaş’tan, Yedikule’ye giderken gemilerden donanma halkı dahî çıkub şehir kapuları kapalu olmağın, hisar delüklerinden şehre girüp cem‘ıyyete dahîl oldular. Ba‘dehû Hâce evine varalum bu cem‘iyetten padişahı habîr eylesûn ve Ka‘be’ye gitmekden ferâğat itdürsün, deyu Hâcenin evine doğru cumhûr geldiklerinde, meğer Hâce Efendi şehnişinde oturup cumhûrun niye geldiklerin bilmez, ziyade havfinden firar eyledi.”

      Hace Efendi ne için firar eylermiş! Hele bakın, sen o kadar mansıp veren padişahın için kullandığın tabirlere bak! Utanmaz mısın, baldırı çıplaklara, eline üç beş flori versen kilisede zangoçluk yapacak adamlara cumhur deyip durursun?

      “Haşa efendim; kastım, kalabalığın ardındaki ittifakı teslimdir. Yoksa derintinin ben dahi şahidiyem.”

      Tamam, tamam devam et bakalım…

      “Cumhûr…”, kekeledi, değiştirdi; “Derinti kuru kalabalık yürüyüş ittiler, kapuyı yıkdılar, bî-nihaye esbâb hasârat olundı. Ba‘dehû dönüb Sadrazamın sarayına geldiler ki, varsun Padişaha bu cem‘iyyetin aslın bildirüp, Süleyman Ağanın katlini ferman buyurup Ka‘be’ye gitmekden ferâğat eylesun. Kaçan ki cem‘iyyet Sadrazamın sarayına geldiler, vezirin bilcümle tevâbi‘ı‘ ileru gelüp oklar pertâb idup birkaç âdemi katl eylediklerinde, cumhûrun ellerinde yât ve yarağ yok, buni makul gördiler ki varup Sipâhi Çarşusundan tîr ve keman ve seyf ve sinan alup cenk eyleyeler…”

      Aman ya Rabbi! Bu hâl ne hâldir? Osmanlı neferi birbirini yesin olacak iş mi? Düşmana çalınacak, küffarı korkutacak tîr, keman ve seyfi tutup da efendisine çevirsin kul, olacak iş değil…”

      …

      “Ehl-i sûk karşı gelup reca ve temennâ eyleyup dükkânların yağmadan kurtardılar ve hem akşam yakın olmağın îlân-ı ğılâz ve şidâd ile yarın yine At Meydanı’nda cem‘ıyyet idelim deyu, perişan oldular.”

      Osman’ım, o gece vazgeçmedi mi hacca gitmekten? Hâlâ ne diye kırdılar dindaşlarını?”

      “Elbet malumunuzdur sultanım, bu cem‘ıyyetten birkaç gün evvel Es‘ad Efendi ve Sadrazam, Padişahı, Ka‘be’ye gitmekden ferâğat itdürmişler idi, meğer bir gice Padişah hazretleri âlem-i hâbda görür ki, taht-ı pâdişâhîde oturup elinde mushaf-ı şerif tilavet ederken, Fahr-i kâyinât Hazreti risalet penâhi -aleyhi’sselâm- zahir olup, Padişahın elinden mushafı alur ve tahtından aşağa indirür, Padişah Hân izzetine yüz sürmek istedikde cürete mecâl idemez, nasib olmaz, ol mahalde Padişah uyanup ve yarındâsi Hâceyi davet ider, rüyanın ta’birin istifsar eyledikde, Hâce Efendi tabir ider ki: ‘Padişahım evvel Ka‘be’ye gitmek murad-ı şerifiniz olup ba‘dehû ferâgat buyurdunuz, hususan ki Kelâm-ı İzzetde buyurılan ğazâ ve hacc-ı şeriftir. Kelâm-ı Şerifi okursız niçun fermân-i şerifiyle amel eylemessiz, mübarek elünüzden Mushaf-ı Şerif alunduğı budur, eger rüyanızda Hazretin mübarek kadem-i şerifine yüz sürmek olmadıysa an zamîmi’lkalb niyyet ilen, hacc-ı şerif müyesser oldukda ba‘dehû Hazretin ravza-i mutahharasına yüz sürersiz.’ Padişah bu tabirden ziyade safa edüp bu defa hacca gitmekde inadına musır oldı. Bir gün kendu imamını ba‘de’s-salâh davet idup, bu vâkı‘âyı söyler, İmam Efendi dir ki: ‘Fahru’ş-Şuyüh Üsküdârî Mahmud Efendi -kuddise sırruh- müstecâbü’d-da’ve dâînüzdür andan istifsar buyurun.’ dir.

      Padişah dahî bu vâkı‘âyı tafsil üzre yazup Aziz’e gönderür. Aziz dahî tabir-i hâbda yazar ki: ‘Padişahım, Kelam-ı İzzet hükmü rabbanidir ve ana imtisal lazımdur. Ve iclâs buyurdukları taht ise cübbe-i vücûttur, bu vâkıa‘ ziyade muhavvef ve hatarnâkdır. Ya‘lemullah bu vâkı‘â-i hâilenin vukû‘ı tîz vakitte olur. Tevbe ve istiğfâr üzre olup, festeînû min ehli’l-kubûr fehvâsınca Hak Taâlâ Hazretinin evliya kullarının merâkıd-i şeriflerinden istimdâd talep buyurun. Mercûdur ki defi beliyyât ola. Padişah dahî Ebî Eyyûb Ensârî (r.a) ziyaretine gidüp, fukaraya tasadduk ve kurban içun sığır ve koyun cem‘ idup, Bostancılar, Edirnekapusı’nda ve Karagümrük’de araba sığırların cebren alub, üç bin akçelik çifte, bin akçe virup götürüb kurban ittiler. Ve muttasıl Üsküdar’a esbâblar taşınup göçmek sadedinde, bu esnada Şeyhülislam, Padişaha fetva gönderup: ‘Padişahların Ka‘be’ye gitmekliği farz değildir, adalet üzre reâyânın ahvâlin görmek evladur.’ didi. Padişah bu mazmundan gadabnâk olup, amel eylemedi.”

      “Ben demiştim ona, dinlemedi beni. Türkmenden ordu kurmayı kafasına koyan padişah zevcesini de Türkmenden seçmişti. Şeyhülislam’ın kızını aldı. Teamülü çiğnedi. Hem padişahların koynuna aldığı herhangi bir cariye ne vakit çaşıtlara bilgi taşıdı ki şu sarayda? Ama işte bu sözde saf Türk kızı ne duyduysa efendisinden, taşıdı babacığına… Ya babası olacak şeyhülislam? O ne yaptı? Vesayetin değirmenine su taşıdı. Ocağa aktardı duyduklarını… Zaten öteden beri padişahın niyetlerini okuyan ocak, Genç Osman’ımın hacca gideceğini yahut Anadolu’daki isyanı bastırmak bahanesiyle yeni bir ordu kurma hevesinde olduğunu, yeniçeri ocağını tarumar edeceğini yayıp durdular kendi aralarında. Şüyuu vukuundan beterdir. Öyle de oldu. Sonunda bir deli kuyuya taş attı. Koyun sürüsü gibi herkes de ardından atladı.”

      Hikâyenin bundan sonrasını biliyordum. Osman’ımın bütün fikirlerinin arkasındaydım ama onun bu fikirlerini hatunuyla paylaşması, hele hele satranç oyunundaki gibi yapacağı her hamleyi belli etmesi hoşuma gitmiyordu. Belki olayları önleyebilirdim ama içimden bir ses Osman’dan çok Murad’ımın selametiyle meşgul olmamı öğütlüyordu.

      Tugi anlatıyordu ama benim aklım başka yerdeydi. Yüzüğüme bakıp bundan sonraki akıbeti yakalamaya çalışıyordum.

      “Ba‘dehû meşâyıh-ı kiram ve ulemâ-yı ‘ızâmın ekseri haberler gönderüp men‘ itdiler, mecal olup Padişahı alı komak olmadı, bu hususta Sadrazam dahî ulema tarafında olup çok takayyud eyledi emmâ neylesun başı ve mansıbı korkusundan Hâceye ve Süleyman Ağaya mütâbe‘at eyledi.

      Biz sözümüze gelelim; kaçan kim cumhûr, Sadrazamın ve Hâcenin evlerin basup, ğâret eyledikleri padişahın semı‘ne müna‘kıs oldı evvel ulemanın kibarın davet eyleyup: ‘Kulun muradı nedür?’ didi. Ulema bilittifak didiler ki: ‘Saâdetlü Padişahın Ka‘be’ye gitmesini istemeyüp, Dâru’s-Saâde Ağasını ve Hâce Efendiyi nefy-i beled eylesûn, dirler.’

      Padişah buyurdu ki: ‘Ka‘be’ye gitmekden vaz geldim, ammâ istedükleri âdemleri şehirden sürmek değil, mansıblarından bile ref eylemek olmaz.’

      …

      Ba‘dehû ol gice cumhûr arasında bir söz peyda oldı ki, padişah cümle bağçelerde olan bostancıları ve iç halkın yaraklandurmış ve cepehâneden silahlandurmış ve on adet darb-zen getürmiş. Bir söz dahî bostancıların içinde şâyi‘ oldı ki, cümle donanmacı yeniçeriler kadırgalardan toplar ile derya tarafından Sarayı muhasara ve ihata ideler ve bâki cumhûr bab-ı hümâyûndan yürüyüş ideler. Bu sözden Bostancılara ziyade havf düşüp, hele yarındâsi, mâh-i Recebin sekizinci Pençşenbe güni idi, ale’s-seher cumhûr Odalar Meydanı’nda cem‘ olup ba‘dehû Ebü’l-Feth haremine varup her biri âlât-ı harb ve seyf ve sinan ile At Meydanı’na geldiklerinde, emr-i pâdişâhî ile Şeyhülislam ve İftihar u Âli Yasin Nakîbu’l-Eşraf Şerif Efendi iki Kadıasker ve kudvetülmüfessirîn Şeyh Ömer Efendi ve zübdetülvâizîn Şeyh Sivasi Efendi ve Şeyh İbrahim Efendi ve Şeyh Derviş Efendi ve Kadı-zâde