Yasin Topaloğlu

Su Gibi Geçen Yıllar - Kahraman Emmioğlu Kitabı


Скачать книгу

kadar pek fazla da tutmazdım Gaziantep’i. Çünkü Gaziantep’e gittiğim zaman korkunç bir materyalizmle karşılaşırdım. Esas dost çevreleri de az ukalaca gelirdi. Gittiğim zaman üniversitedeyken bunalırdım ve üç günden dört günden daha fazla kalmayı arzu etmezdim. Bir an evvel soluğu İstanbul’da almak isterdim. Neden? Çünkü İstanbul’da benim tatmin olduğum fikriyat hazinesi var. Gönülleri dolduracak membalar burada, İstanbul’da. Nasıl olur da siz İstanbul’u sevmezsiniz? Elbette İstanbul benim nefes aldığım, rahatladığım bir yerdir. Elhamdülillah, şunu da söyleyeyim, Gaziantep özellikle 1990’lardan sonra çok mühim değişimlere uğradı. Bunu ben belediye başkanlığı adaylığım sırasında müşahede ettim. Manevi bir hava gelmiş, daha doğrusu Gaziantep bir noktada tekrar kendi asli kimliğine kavuşmaya doğru gitmiş. Çünkü ecdadın Küçük Buhara dediği bir yer Gaziantep. Manevi alanın olduğu, manevi gönüllerin bol bulunduğu bir mekân iken sonra ne hikmetse çölleşmiş ve tamamen materyalizme gitmiş. Belki burada Ermenileri de düşünmek kabildir. Çünkü Ermenilerin orada olması sebebiyle Müslümanların kendi İslam şahsiyetlerini muhafaza için daha titiz davrandıklarını düşünüyorum ve o yüzden de manevi atmosfer çok daha iyi muhafaza edilmiş. Ama ne zaman ki Ermeniler gitti ve kendi kendimize kaldık… Ondan sonra da yavaş yavaş bozulma başlıyor. Bir taraftan da maddi imkânsızlıklar Ermenilerin gitmesiyle beraber zuhur ediyor. Bu insanlarımızı biraz daha maddiyatçı hâle dönüştürüyor. Maddiyatçılık hâli giderek yoğunlaştı, ta 1990’lara kadar.

      O zaman başka bir tahlil daha yapmak gerekiyor.

      Gaziantep’i birazcık manevi yönden tahlil etmek istersek durum böyle.

      O zaman zıddıyla kaim olduğumuzu mu düşünüyorsunuz? Yani Ermenilerin bizi gündelik hayatta ve din anlayışında daha dingin tuttuğu düşüncesine katılıyorsunuz.

      Tamamen öyle derim. İnsan psikolojisi bu. Şairimiz Necip Fazıl, “Sen benim dinamiğimsin, sen benim muhalikimsin.” diyor karşıdaki rakipleri için. Rakip olmayınca rekabet de olmuyor. İşte rekabetin üstünlüğü de zaten burada. Her alanında bunu görmek kabil.

      Ben 90’larda Gaziantep’te bir yazı yazmıştım da fevkalade tartışmaya yol açmıştı: “Damak zevkinin geliştiği yerlerde dimağ zevki gelişmez.” demiştim.

      Epey doğru bir söz. Aslında işin analizini yaptığımız zaman, gerçeği var. İşin ilmî analizini yaptığımız zaman, söylediğinizin doğruluk payı var. Çünkü insanlar dimağ zevkini kaybettiği zaman, bu sefer damak zevki başlıyor. Damak zevki de tahrik ediyor. Bu sefer insanlar daha da çok maddiyatçı hâle geliyor.

      Evet, maddenin peşinde koşuyor. Malumunuzdur, Batı’da her şey pratik, hazır fast food. Mesela kapitalizmin en büyük icatlarından biri part time çalışma. Amerika’da veya İngiltere’de öyle bir düzen kurulmuş ki bir markete girip 5 saat çalışıp çıkarken örneğin 25 dolar alabiliyorsun. Oysa bizim toplumumuzda bu konuda pratiklikler gelişmemiş ve Gaziantep bu anlamda yeme içme kültürünün çok geliştiği bir yer. Bunu tenkit anlamında söylüyorum.

      Tabii ki ama bu konuda pratik olmak zorundayız. Evet hâkim olmak lazım da mahkûm da olmamak lazım. Biz, bizim insanlarımızın çoğuna bakıyoruz, mahkûm olmuş. Hâlbuki hâkim olmak lazım. Yemek içmek evet güzel bir şeydir, yani bizler için yemek bir zevktir. Sadece yaşamak için yemiyoruz. Yaşamak için yediğimiz gibi keyif etmek için de yiyoruz. Buna fazla da bir itirazım yok ama bunu hayatın gayesi olarak büyütmenin, böyle olması icap ediyor diye hayatının mihveri hâline getirmenin bir manası yok. Ne yazık ki zaman içerisinde öyle bir duruma gelmiş Gaziantep. Ama bundan sıyrılıyor. Ben son milletvekilliği seçimleri için Antep’e gittiğimde çok güzel bir manevi atmosferin oluştuğunu gördüm ve çok da sevdim.

      Bunu göçe mi bağlıyorsunuz? Biliyorsunuz, Gaziantep göç alan bir şehir. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında Gaziantep çoraklaşıyor ve Küçük Buhara özelliğini yitiriyor. Sürece bağlı olarak şehir her anlamda kaybediyor. Zanaatkâr anlamında da bir zayiatı var Gaziantep’in. Epey bir süre orada üretim yapılamadı. Zanaatkârlar durdu. Sonra bu bir miktar galiba 12 Eylül sonrası göçlerle yeniden canlandı.

      Bu göçlerin sosyolojisini çok iyi tespit etmek lazım. Göçlerin Gaziantep’e ne getirdiği, ne götürdüğü konusunda derinlemesine bir sosyal araştırma yapıldı mı bilmiyorum. Yapılmadıysa mutlaka yapmak lazım. Benim haberim yok. Doğrusu şimdiye kadar bana böyle bir bilgi ulaşmadı. Ama çok ciddi bir araştırma yapmak lazım. Gaziantep’e doğudan gelen Kürt kardeşlerimiz yaptığım tespite göre iki ana gruba ayrılıyor. Birincisi dindar mele grubu. Bir ikincisi de zengin Kürt kardeşlerimiz. Bu ikisi de Gaziantep’i ihya etti. Neden Gaziantep’e bir üçüncü olarak şer belalı Kürt kardeşlerimiz gelmedi? Gelse bile çok az geldi. Gelenler fazla yaşayamadı, duramadı. Nereye gittiler? Mersin’e ve Adana’ya doğru gittiler. Sebep? Sebep bana göre biraz da iklim şartları, oranın atmosferi. Mesela Gaziantep iklim şartları itibarıyla biraz daha zor. Yaşamı biraz daha zordur.

      Daha uyanık kalmanız gereken bir şehir.

      Evet. Yaşamak için daha çok paraya ihtiyacınız olan bir şehirdir. Buraya zenginler geldi. Meleler ise geldikleri zaman bir çorak alan gördüler. Baktılar ki çorak burası. Buranın ihyası için kalmak lazım dediler ve kaldılar. Mesela ben doğrusu gerek İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki genel sekreterliğim sırasında Gaziantep’e gittiğimde gerek milletvekilliği sırasında devamlı şekilde o Kürt meleleri yani mollaları tek tek ziyaret ederdim, onlardan çok şey öğrendim. Doğrusu onlarla konuşmalarım gönlüme ferahlık verdi. Aralarında çok aydın insanlar vardı. Ben de çoğu zaman şaşırırdım. Hatta doğrusu ben müftülüğe gitmemiştim, Gaziantep’te müftüyü ziyaret etmemiştim hiç. Ama meleleri hep ziyaret etmiştim. Bir toplantıda müftü efendiyle karşılaştık. Müftü efendi bana dedi ki: “Sen geliyorsun, meleleri sürekli ziyaret ediyorsun, beni ziyaret etmiyorsun.” “Bak müftü efendi senin şu sözün sebebiyle seni ziyaret etmiyorum. Sen insanları böyle görüyorsun. Sen görüştün mü? Hâlbuki senin o melelerle görüşmen lazım. Görüşüp de onlardan akıl fikir aldın mı? Onların ruh dünyasını biliyor musun? Onların dünya konusundaki görüşlerini biliyor musun? Hiç gittin mi Allah aşkına?” dedim. Sustu. Çünkü o sırtını devlete dayamış, ahkâm kesiyor. Hâlbuki mele öyle değil. O insanlara dayanıyor, kendi esas fikriyatına dayanıyor, imanına dayanıyor. O yüzden de açıkçası benim için çok daha makbul insanlardı. Çok da keyifle gidiyordum. Oturuyorduk, sohbet ediyorduk. Her türlü sohbeti onlarla yapabiliyorduk. Allah hepsinden razı olsun. İşte bunlar Gaziantep’in havasını değiştirdiler.

      Siz biraz anladığım kadarıyla Gaziantep’in Buhara kimliğini kaybetmesi sebebiyle 90’lı yıllara kadar bir miktar şehre mesafeli durdunuz. Çünkü İstanbul’da ikamet ediyorsunuz ve dolayısıyla Gaziantep’i bir miktar buruk buldunuz. Buruk baktığınız bu şehir ile galiba 1994’te barışıyorsunuz.

      1994’te gittiğim zaman çok hoşuma gitti. Şunu söyleyeyim; 1976’da Sanayi Bakanlığı müsteşarlığına vekâlet ediyordum. Allah rahmet eylesin, o tarihte babam vefat etti. Gaziantep’e gittik; sabah namazına gideyim dedim, Allah seni inandırsın dört tane cami dolaştım, sabah namazında dört cami de kapalıydı. Cami bulamadım. Böyle şey olur mu? Ha! Bu ne demek? Bu körelmiş demek. Demek cemaat gelmiyor ki imam efendi yatıyor, gelmiyor. Müezzin efendi de camiyi açmıyor.

      Sizin bu gözlemlerinizden yola çıktığım zaman, galiba Ayasofya Camii de ilelebet müze olarak kalacak. Çünkü Tayyip Bey’e en son Kızılcahamam’da soruyorlar “Ayasofya ne zaman açılacak?” diye. Tayyip Bey de “Sultan Ahmet Camii bir dolsun, o zaman Ayasofya’yı açarız.” diyor.

      Allah selamet versin, bana göre yanlış bir düşünce. Çünkü Ayasofya meselesi cemaat meselesi değildir. Onu bir kere