“Azizüssücufüzzırtaf”tı. Bu, ismini kendi gibi İstanbul’da hiç kimsenin bilmediği gayet meşhur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı. Azizüssücuf babasının sarayını, altın mahfelli fillerini, içi civa dolu havuzlarda yüzen öd ağacından sandalları, Hint’ten, İran’dan, Turan’dan, Kafkasya’dan getirilmiş kızları anlatırken Efruz Bey kendini hayalî bir Elhamra’nın semavi bahçelerinde sanırdı. İşte bu, bir kral kadar büyük şeyhin oğlu tekrar:
“Asalet olmazsa bu memleket batar!” diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldırı çıplaklardı. Efruz Bey çay fincanını küçük masanın üzerindeki tabağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyülttü. Sağ kaşının ucunu biraz kıstı:
“Ben asil olduğum için tamamıyla bu fikirdeyim.” dedi, “Arıların, karıncaların, hasılı cemiyet hâlinde yaşayan bütün hayvanların bir beyleri var. Hayvandan başka hiçbir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalı. Olmazsa…”
Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:
“Meşrutiyet denilen hezeyan olur.”
“Fakat asalet meşrutiyete zıt mıdır, sir?”
Bu suali soran Müzekki Bey bıyıklarını İngilizvari tıraş ettirmiş, iri yarı, Türkçe dâhil olmak üzere on üç lisanın yazılarını yazan, lakin hiçbirinin kitaplarını okuyamayan bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa hepsinin fahri azalarındandı. Babası Sabir Paşa henüz ne sürülmüş ne de tekaüte sevk edilmişti.
Nermin Bey:
“Şüphesiz.”
Efruz Bey:
“Zannetmem!..”
Münakaşalarda kaç taraf olursa o kadar tarafa tarafgir olma sanatını bilen Kâmuran Kara Tanburin Bey de:
“Asaletle Meşrutiyet birbirine hem zıttır hem değildir!..” dedi.
Annesinin otuz sene evvel Mısır Çarşısı’ndan alınan gelinlik takımlarıyla döşenmiş bu yarı alaturka, yarı alafranga odaya Efruz Bey “Salonum!” der, her perşembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul ederdi. Perşembe “kabul günü” idi. Evine asillerden, paşazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyümeyenler salonlara kabul edilmeye layık değildiler. Çünkü bunlar ne kadar yüksek mevkilere geçseler, hatta mebus, milyoner olsalar, yine “adab-ı muaşeret” denilen kaidelere, usullere kendilerini uyduramazlar, çizgili pantolonun altına sarı potin giyme nezaketsizliğini irtikap ederlerdi. Hele başlarından feslerini çıkarıp kapının yanındaki portmantoya bırakmamaları, salona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri tahammül olunur rezaletlerden değildi. Çayı tıpkı Şehzadebaşı’ndaki çayhanelerdeki Türklerin tavrıyla içerlerdi. Likör kadehini tutmasını, bisküvi almasını bilmezlerdi. Yemek yemesini, çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı? Hâlbuki bir salona ancak medeni sayılabilecek alafranga beyler girebilirlerdi. Efruz Bey’in çocukluğunda Galatasaray Sultanisi’nde tanıdığı arkadaşlarının hemen hepsi böyle “distingué”,1 böyle medeni idiler. Hususuyla bugünkü davetli arkadaşları, hepsi asildi. Biri krala yakın bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi Terzi Mir’de giyinirlerdi. Küçük parmaklarındaki uzun tırnaklarla o kadar bedii bir tarzda şakaklarının yanlarını, burunlarının uçlarını kaşırlardı ki kendilerini görüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.
Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarını içiyorlar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizanterici Salih Paşa’nın oğlu Meşrutiyet’in esaslarından biri “müsavat” oldukça “asalet” için bir hak kalmayacağını ispata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğmeleri, yüzükleri, saat kordonu, kravat iğnesi, hasılı dişlerinin kuronlarından potininin düğmelerini ilikleyecek alete varıncaya kadar üstünde madenden ne varsa hep altın olan Nermin Bey, mutaassıp bir asalet taraftarı idi. İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öyle baygın, öyle nezih bir hâli vardı ki buna ancak “asalet” denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yoktu. Bununla beraber doktordu. İlaçlarından yarım kutusu İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın nereden, ne vakit geldiği pek malum değildi. Yalnız Nişantaşı’ndaki kaşanesi, Boğaziçi’ndeki çifte korulu yalıları, çatanaları, Beyoğlu’ndaki apartmanları biliniyordu. Hürriyetin ilanı akabindeki kim olduğu şimdi tamamıyla unutulan bir gazeteci, “Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?” unvanlı gayet merak uyandırıcı bir hikâyeye başlamış, birinci kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih Paşa’nın Tunus’ta dilencilik ettiği, İstanbul’da evvela falcılığa girişerek sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı, dizanteri ilacı sayesinde saraya mensup bir ak ağayla bir harem ağasının yirmi beş senelik memelerini iyi ettiği, mahareti duyulunca saraya alınıp o günden itibaren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunuyordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fakat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa’nın birkaç kutu ilaç bahanesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı münasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer serseri gazeteciler de Salih Paşa’ya bentler uydurup şantajlar yapmaya kalkışmışlardı.
Paşanın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Hakikati tafsilatıyla bilmedikleri için mahkûm oldular. Tabii sustular.
Müzekki Bey:
“Asalet için ilk lazım olan şey meşrutiyettir.” dedi, “İşte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan’a hâkimdir. Daha hesaba gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere bu meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan’ın, Mısır’ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek ‘asalet’ mevkisini almıştır. Asıl İngiltere’ye gelince meşrutiyet sayesinde orada her şey asillerin, lordların elinde demektir. Hatta arazi bile… İskoçya, İrlanda, Britanya, hasılı bütün İngiltere birkaç bin lordun malikânesi demektir. Halk arasında zekâsıyla, dehasıyla hükûmette yükselenler yeni baştan lord olurlar. Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer İngiltere’de meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden beri ‘avam’ denilen herifler ayağa kalkar, lordların canına okurlardı.”
....
Müzekki Bey, eski devirde olduğu gibi yeni devirde de babasının daima ikbal mevkisinden inmeyeceğini bilirdi. Her şey gibi meşrutiyet telakkisini de değiştiriyor, âdeta bu tarzın istibdattan daha müthiş bir idare olduğunu zannettirecek tarihî misaller getiriyordu.
Babası İngiliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine gelir, siyasetin yeni safhalarından onlara malumatlar telkin ederdi. Hakikatte Müzekki Bey İngiltere’yi vatanından ziyade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herkese çekinmeden:
“Biz, İngilizler sayesinde yaşıyoruz.” derdi, “Yoksa ne Abdülhamit bizi rahat bırakırdı ne de İttihatçılar çetesi… Başımız sıkıya geldi mi hemen onlara koşacağız. Tabii onları severiz.”
Efruz Bey’in en hoşuna giden onun bu hâliydi.
“Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğma bir İngiliz…” derdi. Fakat Azizüssücuf, Müzekki’den pek hazzetmez:
“Yalnız kendini asil zannediyor!” diye omuz silkerdi.
Misafirlerinin asalet, meşrutiyet münakaşasını dinleyen Efruz Bey, meşrutiyete hiç ehemmiyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu. 31 Mart İnkılabı’ndan sonra onun ruhunda da birden derin bir inkılap