Омер Сейфеддин

Sultanlığın Sonu


Скачать книгу

bıkacak!” dedikçe o başını sallayıp gülümserdi. Hangi Bucaklı onun derslerinden bıkacaktı? Her cümlesinden sonra daima bir alkış tufanı koparanlar mı? Kıvırcık kirpikli, iri, siyah gözlerini kırpıştırarak, monoklünü düzelterek tekrar gülümser:

      “Heh heh aziz reisim!” derdi, “İşi tabiata bırakınız. Maksat onlara bir şey öğretmektir. Benden çalışmak! Bıkarlarsa bıksınlar. Dünyada zaten neden bıkılmaz? Bonboncunun çırağı birbiri üstüne iki bonbon yiyebilir mi? Fakat işi tabiata bırakalım. Ben derslerimden vazgeçmem. İsteyen gelsin, dinlesin, istemeyene tünaydın.”

      Bu lafları söylerken içinden de derdi ki: Ah hain reis! Beni bilmiyor mu sanıyorsun. Bütün Bucaklıların bana taptıklarını anlıyorsun. İhtimal gelecek intihapta beni reis yapacaklar. Sen iyot gibi açıkta kalacaksın. İstiyorsun ki şimdiden beni biraz unutsunlar.

      Resmi duvara asıldıktan sonra artık reis onu kolaylıkla Bucak’tan uzaklaştıramazdı.

      Artık her sabah erkenden damlıyor, öğle yemeğini bile Bucak’ta yiyor, akşama kadar çay içiyor, konuşuyor, kendi ilmine, fiiline, malumatına dair propaganda yapıyordu. Onun bütün hayatını Bucak’ta geçirdiğini hizmetçilerden öğrenen reis şaşar:

      “Fakat azizim, konferanslarınızı ne vakit hazırlıyorsunuz?” diye sorardı.

      “Geceleri!”

      “Hangi gecelerden bahsediyorsunuz?”

      “Her geceden.”

      “Fakat azizim her gece, gece yarısına kadar burada konferans veriyorsunuz?”

      “Gecelerin yarısından sabaha kadar süren kısmında.”

      Reis bütün bütün şaşırdı:

      “Öyleyse ne vakit uyuyorsunuz?”

      “Ne uykusu?”

      “Bayağı uyku, gece uykusu…”

      “Aziz reisim, sen beni bir gümrük hamalı sanıyorsun. Ben dimağımla yaşayan bir adamım. Ben geceleri hiç uyumam.”

      Reisin şaşması değişir, gözlerinin beyazı büyür, ağzı açık kalırdı:

      “Aman ya Rabbi, bu nasıl olur? Hiç uyumamak, bu nasıl olur?”

      “Pek tabii. Yalnız gündüzleri on dakika kadar uyurum.”

      “Her sabah erkenden Bucak’a geliyorsunuz. Akşama kadar bir dakika uyuduğunuzu gören yok.”

      “Tabii böyle uyanık bir mahfilde uyuyamam. Evet tramvaya bindiğim zaman Taksim’den geçerken dalarım. Galatasaray’da bilet kontrolcüsü uyandırır. Köprü’ye kadar tekrar dalarım. İşte benim uykum!”

      Hâlbuki konferans hazırlamaya onun hiç ihtiyacı yoktu. O cahil miydi? Kitabı açıp okuyup söyleyenler hep cahillerdi. Kitaptan okuyup söyledikten sonra konferansçılığın ne ehemmiyeti kalırdı? Kitapta olan şey zaten söylenmiş demekti. İsteyen alıp okur yahut her kim isterse bu kitabı verir, okutturur, dinlerdi. Marifet, okumadan söylemekti. Fakat Bucak’ta bu hakikati bilen olmadığı için, Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu ediyor gibi gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof, âlim namlarını sık sık tekrarlayarak daima “asıl kendine ait fikirler” söylerdi. Mesela bir meseleyi izaha başladı mı evvela derdi ki: “Efendiler, işiteceğiniz ders asla benim fikrim değildir. Dün gece tamamıyla okuduğum kitapları şimdi size sayacağım. Mehazım bu kitaplardır. Ben yalnız bu fikirleri terkip ettim. Zaten bir âlimin vazifesi de yalnız budur.” Sonra en aşağı yirmi kitap ismi sayardı. Bucaklıların ona o kadar itimatları vardı ki içlerinden hiçbiri, bir gece içinde tanesi en aşağı üçer yüz sayfalık yirmi kitabın, yani altı bin sayfanın okunamayacağına akıl erdiremezdi. Efruz Bey’in kütüphanesinde kataloglar hemen hemen büyük iki raf işgal ederdi. Her gece yatmazdan evvel bu kataloglardan birkaçını açar, tetebbu ettiği müelliflerin, eserlerinin ismini yazar, diğer defa yine bu müelliflerden bahsetmemek için katalogdan isimlerini iyice silerdi. Hatta bazen yevmi gazetelerde kendine reklam yaparken: “Ben şimdiye kadar dört yüz bini mütecaviz tarih kitabı okudum, ilh…” diye istemeye istemeye, her vakit iddia ettiği tevazusuna rağmen, kendinden başka Türkiye’de âlim bulunmadığını söylemeye mecbur olurdu. Ah, fakat kıskançlık… İşte insanlığın en kötü kusuru… Her âlim gibi, onu da kıskanmaya başlamışlardı. Kıskananların başı, birincisi, reisi, aynı zamanda Bucak’a reis olandı. Onun derslerine mâni olmak için mütemadiyen planlar kuruyor, sanki bir darülfünun, bir lise imiş gibi, Bucak’ta da yaz tatilini kabul ettirmeye çalışıyordu.

      “Yaz tatili ne demek?” diye Efruz Bey hemen itiraz etmiş; dört gece sıra ile yaz tatilinin fenalığına, lüzumsuzluğuna, dine mugayir olduğuna dair serbest dersler vermişti. Beşinci gece birçok ayet, hadis, Arapça cümleler okuyor, derin derin tefsirler yapıyordu. Mesela: “Utlubü’l-ilme velev bi’s-Sin.”2 diyordu.

      “Evet, bu ne demektir? İlim, Çin’de bile olsa gidip bulunuz, isteyiniz, öğreniniz, değil mi? Pekâlâ Çin’e gitmek için iki yol vardır. On sene evvel okuduğum otuz bin sayfalık kocaman ve siyah kaplı bir coğrafya kitabında bu yollara ait pek mühim malumat edindim. Biri İstanbul, Erzurum, Tahran, Kaşgar, Tibet, Mançurya yolu! Diğeri İstanbul, Marsilya, Cebelitarık, Liberya, Ümit Burnu, Madagaskar, Zanzibar, Avustralya, Filipin, Formoza, Şanghay yolu… Laf arasında unutmayayım, size fazla malumat olmak üzere söyleyeyim: Filipin’de pek derin fıkıh, ilahiyat âlimleri bulunduğunu müsteşrikler müttefikan beyan ederler. Bahsimize gelelim: Bu yollar ancak yazın işler. Kışın fırtınalar, tayfunlar münasebetiyle seyahat mümkün değildir. Hâlbuki biz yaz tatilini kabul edersek zımnen Çin’e gitme imkânını da kaldıracağız. O hâlde ne olacak? ‘İlim Çin’de olursa yaz tatili münasebetiyle gidip onu aramayınız. Bulmayınız. Cahil kalınız!’ değil mi? Düşününüz efendiler, bu ne müthiş bir küfürdür. Bundan maada…”

      Bucaklıların alkış tufanından salonun havası sarsılıyor, elektrik lambaları titriyor, duvarda meşhur dâhilerin resimleri sallanıyordu:

      “Lanet olsun yaz tatiline! Lanet…”

      Reis, Efruz Bey’in galebesinden sapsarı kesilmişti. Bu Türklerin Çiçeron’u idi. En tabii bir fikri küçük bir ima ile dâhiyane bir mantık ile silip süpürüyor, en basit hakları korkunç cinayetler gibi gösterebiliyordu. Efruz Bey monoklünü çıkarmış, önüne bakıyor, alkışın nihayetini bekliyordu. Fakat bu alkış durmadı. Aynı zamanda müthiş bir hatip olan reisin sesi işitildi:

      “Muhterem arkadaşlarım, efendilerim. Burada biz pek ziyade hissiyatımıza tabi oluyoruz. Parlak sözlere kapılıyoruz. Hâlbuki hakikat parlak sözler değildir. Mantıktır, muhakemedir.”

      Efruz Bey:

      “Sözümü kesmeyin Reis Bey!” diye haykırdı. “Ben bitireyim, sonra kürsüye çıkınız. Burası hürriyet ve serbesti bucağıdır. Burada herkes söz söyleyebilir. Yalnız mantıktan, hakikatten ayrılmamak lazımdır. Kimse kimsenin sözünü kesemez. Burası sizin eviniz yahut mektebiniz değildir. Siz reissiniz, yalnız o kadar…”

      Reis bu feveran karşısında korkup susuverince Efruz Bey yine ilmî itirazına devam etti:

      “Reis Bey diyor ki: ‘Parlak sözlere kapılıyoruz. Hakikat parlak sözler değildir…’ Ben de bunu tasdik ederim. Fakat benim sözlerim asla parlak değildir. Benim sözlerim kurudur. Mantıkidir. İlmîdir. Fennîdir. Fakat asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam. Beni mantıkla, ilimle cerh etmeli. Evet, ne diyordum…”

      Bucaklılar Efruz Bey’e mevzusunu hatırlattılar:

      “Lanet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.”

      “Ha… Evet, yaz tatili… Tabii siz hepiniz talebe, genç