Celal Nuri İleri

Hatemü'l Enbiya


Скачать книгу

şartıyla” hükümdar sülalelerinden birine mensup olmayan bir adam her nerede olursa olsun bir taç sahibi olamayacağı gibi o dönemlerde de bir kimsenin soylu olmamak şartıyla imamlık iddiasında bulunması ve peygamberliği zorluk çıkarırdı. Halk söylenen sözden çok o sözü söyleyene ve okuruna bakardı. Aynı şekilde miladi 7. asırda, Arap Yarımadası’nda, hakikaten bir kişinin önem kazanması, kendine yer edinmesi için büyük bir ailenin üyelerinden olması zorunluydu. Birtakım meziyetler ve karakter yapısı, kendisinden sonra gelenler ve sayıları, hatta dünya sırlarına ve güzel söz söylemeye gösterdiği özen, ailelerin sınırları dışında tutulamazdı. Onların miras aldığı uzmanlıklar, taşıdıkları sermayenin ağırlığı ve içeriği kabul edilirdi.

      Bir görüşe göre, Muhammed el-Emin, ailesinin ürünüdür. Bir hayli meziyet, asırlardan asırlara taşınarak, sağlam, eksiksiz ve soylu bir biçimde Peygamber’in zatına aktarılmıştır.

      Aktarılan hikâyelere göre, peygamberlik ışığı daima, Kureyş kabilesinde, Peygamber’in dedelerinde bulunur ve babadan oğula geçermiş; sonunda toplanan elçilikler, hakiki sahibi olan Abdullah’ın oğlunda karar kılmış. Bu rivayet, bir hakikati içermektedir: Birçok karakter, huy, Kureyş taifesinden ve Abdülmüttalib’in ailesinde doğal olarak, bir manevi ışık olmak üzere, babadan evlada aktarılmış ve bütün bunların tamamlanması, Kureyş üyelerinden İnsanların Yüce Efendisi’nde karar kılınmıştır. Anlaşılan bir kalem sahibi, bunu şiirsel bir şekilde simgesel olarak göstermek istemiş ve şiddetli sevgiyi taşıyan bu güzellik tasvirini maddesel anlamdan almışlardır.

      SİYASAL ÇEVRE

      Araplar anarşileri ve vahşileriyle beraber Mekke’de bir merkeze bağlıydılar. Mukaddese ait hukukları, kamu hukuku, temel hukuk kuralları, bir yönetici başkanlığında toplanan üyeleri olan bir asilzadeler hükûmeti vardı.

      Mekke-i Mükerreme ve Kâbe-i Muazzama özel ve kutsal bir yerdi. “Eşhâr-ı haram” (haram ayları) sürekli savaş hâlini, bir an için şiddeti hafifletiyordu. Bu sırada çarşı ve pazarlar kurulduğundan süregiden düşmanlıklar arasında Arap topluluğu biraz da arkadaşlık, kardeşlik, tek millet olmak fikirlerini anlayabiliyordu. “Daru’n-nedve”de genel barış konuları tartışılır ve genel oyla kabul edileceğine, en akıllı ve en güzel konuşan üyeler diğerini kandırırdı.

      Herkes yağmalara dâhil olacağına ancak en layık olanlar -ki kavim reisleri ve ileri gelenler- hükûmeti oluşturur ve hükûmet görevleri bir biçimde kabileler arasındaki en zor durumda olanlar arasında bölüşülürdü. Fakat herhâlde hükûmet merkezi olan Mekke’de bir çeşit düzenleme ve örgütlenme vardı veya yok değildi.

      Araplar saltanat hükûmeti yöntemine tamamen kayıtsızdırlar. Monarşi kavramı bunlar arasında bilinmezdi. Bundan dolayı Arap heyeti bir cumhuriyettir. Beytülmal ki İslam hükûmeti adını almıştır, tam manasıyla “republic” karşılığıdır. Latince “res” mal ve “publica” kamu ve ev anlamına gelir. Hicaz’dan başka Arap memleketlerinden ayrılan başka hükümdarlık yok değildi. Fakat biz burada özellikle Muhammed’in siyasal çevresinden bahsettiğimiz için bu bölgeleri ihmal ediyoruz.

      Bu cumhuriyet, şimdiki Amerika’da olduğu gibi halk cumhuriyeti ve Fransa’da laik anlamdaki gibi bir cumhuriyet değerinde değildi. Kendi tarafını koruyan idaresi, asilzadelerin elinde bulunuyordu ve bireyden başkanlara, şimdi Arabistan’da olduğu gibi olağanüstü itaat ve saygı gösterilmekteydi.

      Böyle bir hükûmetsizlik, son derecede bir anarşi, mücadeleler, sürekli savaşlar yöntemiyle böyle bir merkezin, “aristokratik” ve bir dereceye kadar “teokratik” bir cumhuriyetin, ortak ve kutsal bir Kâbe’nin mevcudiyeti büyük bir eksiklik oluşturur. Tabii Araplar zaten eksikliklerle dopdoludur.

      Araplarda temel hürriyet zıtlıklarla, eksiklikler içinde kalmıştır. Çöl evladı olan Arap, doğası gereği hürdür.

      Sınırlanmış bir daire içinde bulunan Hanifilerin, Yahudilerin, Hristiyanların ve her çeşit putperestin birlikte yaşaması, din hürriyetini gösterir. O zaman din fikri vesaire tamamen serbestlik ile ifade olunabilir ve Daru’n-nedve’de, çarşılarda tartışmalar çıkardı.

      Kabile içerisinde, kardeşlik ve adalet yok değildi. Fakat bir kabile, fırsat bulunca, diğer kabileye asla kardeş gözüyle bakmaz ve ona karşı adil davranmazdı.

      Genel konularda, kabile kardeşliği konusu olay olmazdı. Ancak bu temel, her dakika yeni bir kavga ile rencide edilebilirdi.

      Eşitlik fikri, Araplar tarafından bilinen bir konu değildi. Fikir eşitliğini, İslam kurmuştur. Bu kuralın oluşturulmasında bir dereceye kadar reisler, ileri gelenler ve asilzadeler rencide bile olmuşlardır. Fakat zannederim ki halk arasında hukuk önünde eşitlik kanununa saygı duyulurdu.

      Cahiliye devirlerinde, yabancılar, Arabistan’a rağbet etmediklerinden, meliklerin adaya karşı ortak bir koruma ve savunması doğal olarak konu edilmezdi. Bunun içindir ki Tur Sina’dan38 Bab’ül-Mendeb’e,39 Amman’dan40 Şat41 kıyılarına kadar, Arap Yarımadası hiçbir zaman büyük bir imparatorluk oluşturmamıştır. Böyle bir hükûmetin oluşmasına gerek kalmayınca, doğal olarak kabileler serbestliğe hak kazanmış ve yarımada üzerinde anarşi tam manasıyla hükmünü sürdürmüştür.

      Arabistan’ın aşağı kısımlarında, Ben-i Saide olarak adlandırılan bölgenin etrafında ortaya çıkan hükûmetler konumuzun dışındadır. Konumuza dâhil olan bölge Hicaz’dır. Mustafa’nın din kuralları oluşturulmadan önce Arap milliyetlerine yoktu diyebiliriz. Hazreti Muhammed, İslamiyet’in kurucusu olduğu gibi Arap milletinin de varlığının sebebidir. Irk ve lisan dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz çeşitli kavimler arasında birçok ortak nokta da vardı. Fakat milliyet her şeyden önce ve hatta lisan, ortak ata esaslarının da üzerinde bir genel vicdan sahipliği demekse, çeşitli kabile ve hatta Arap milletleri arasında böyle bir bağ yoktu.

      Zaten coğrafya dolayısıyla da Arap Yarımadası kısımlarından üreyen çeşitler de birbirinden ayrıydı. Arapların düzenlenmiş kanunları ve uygulanan hukuku hakkında çok bir şey bilmiyoruz.

      Kabilelerin iç idaresine dair olan bilgilerimiz de eksikten daha eksik bir durumdadır. Şu kadarı var ki, gerek hukuk gerek Arap mevzuatı, gerek kabilelerin iç idare işlerinin bir olağanüstülüğü yoktu. Bunların siyasal açıdan değil belki toplum bilimi açısından bir önemleri olabilir.

      Hazreti Peygamber, büyük bir siyasal çevre içerisinde bulunmadı. Müslüman siyasal fikirleri, özellikle İslam’ın yayılmasından sonra çevredeki hükümdarane, sefare -aynı toplum içindeki fertler veya kabileler arasında meydana gelen çekişmelerde hakem olarak ara bulma hizmeti- azmi ve benzeri olaylardaki politik ve siyasal bir çevrenin, kişilik yapısındaki yeteneğin etkisinden çok, Ahmedî yiğitliğin payını vermek gerek.

      Siyasal çevrenin hareketleri, Peygamber’e o kadar nüfuz etmemiştir. Belki siyasal çevrenin parasızlığı ve civardaki hükûmetlerin azametlerinin şanı, Risaletpenahi’yi Müslümanlar için bir hükûmetin temelini oluşturmaya sevk etmiştir.

      İslam hükûmeti, bununla beraber yine eski Arap cumhuriyet yöntemi sürdürülmüş, monarşi temeli kabul olunmamış, “dar’ünnedve”, “icma’i ümmet” biçiminde şekillendirilmiştir.

      Görülüyor ki yenilenen emir, ne kadar ileri gidilse yine oldukça anarşik bir geçmişe bile alçak gönüllülükten uzak kalmak mümkün olamıyor.

      SOSYAL ÇEVRE

      Yukarıdaki konular, Ahmedî sosyal çevre hakkında bir fikir