M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

dönüp üstümü değiştireyim. Bu biçimde hünkârla buluşmak doğru değil.”

      Çavuş, kendi mülahazasına göre yol gösterdi:

      “Hanım sultanlar Pir Ali Reis’le bile saraya dönmek, cenabınız ve oğlunuz doğru otağı hümayuna gitmek gerek. Şevketli hünkâr kıyafetinizi mazur görür. Şövalyeler katında mücevveze, yahut kallavi bulunacak değildi ya. Elbet size zünnar kuşandıracaklar, katrani libas giydireceklerdi. Bunun için üzülmeyin.”

      Çavuş da, Pir Ali Reis de bir şehzade huzurunda bulunduklarını unutmuyorlardı, çok hürmetli davranıyorlardı. Fakat o şehzadenin bir siyasi mücrim olduğunu da hatırlarından çıkarmıyorlardı, saygılarını açık bir huşunetle meze ediyorlardı. Murat, divan durur gibi görünen bu ellerin kelepçe olmakta gecikmeyeceklerini takdir ettiğinden yine tevekkül gösterdi:

      “Elhükmülillah!” dedi. “Kazaya rızadan gayri elimizden ne gelir!”

      Ve Pir Ali Reis’le şehre dönecek olan karısına, kızlarına birkaç tesliyet kelimesi fısıldadı, oğlunu yanına aldı, çavuşun önüne düştü, ordugâha doğru yürümeye koyuldu.

      Sultan Süleyman, Hürrem’i kendine bir kere daha unutturan heyecanlı bir telaş içinde çavuşu bekliyordu. Onun geldiğini ve Cem-zadeyi de getirdiğini haber alınca hemen yerinden fırladı, tutsakların yanına sokulmaları emrini verdi. Üç beş saniye sonra Fatih Sultan Mehmet’in iki ayrı babadan üremiş olan üç torunu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu.

      Süleyman, evvelce de işaret ettiğimiz veçhile, dedesi Beyazıt’ı kıymetsiz bulacak kadar kıymete meftun bir adamdı. Yavuz’un oğlu olmasa kendini pek bedbaht sayacaktı. Büyük amcası Cem’i de bu hissiyat dolayısıyla takdir ediyor ve hatta seviyordu. Fakat tahtın selameti uğruna babası birkaç kardeşini bir düzine yeğenini fedadan çekinmediği gibi kendisi de aynı kaygıyla aynı cinayeti işlemek ıztırarındaydı.

      Yalnız utanıyordu, kolu ve kanadı kırık bir adamı yok etmek kendine çok çirkin geliyordu. Hele o adamın bir felaket destanı yaratmış, adı talihsizliğe timsal olarak dillere düşmüş biçare Cem’in oğlu olması, içine bambaşka bir rikkat veriyordu. Ordunun ve memleketin yapılacak cinayeti sükûnla telin edeceğini düşününce tahtın selameti namına cani olmak zaruretinden uzaklaşmayı kabul etmek derecelerinde zaafa düşüyordu. Rodos’u, biraz da bu amca oğlunu yakalamak için aldığını âdeta unutmak üzereydi.

      Lakin Prens Murat’ı bir papaz kıyafetinde görünce bütün bu düşünceler zihninden silindi, sinirlerine ateşli bir gerginlik geldi ve amcasının oğluna ilk hitabı bir haykınş oldu:

      “Bre sütü bozuk adam, nedir bu kılık, nedir bu kıyafet?”

      Ve el öpmek için ilerlemeye yeltenen Murat’ı sert bir işaretle yerinde alıkoydu.

      “Düşman ayağı öpen bir ağzın elime değmesini istemem.”

      Beriki can havliyle kendini müdafaaya çalışıyor, muvazenesiz bir ifadeyle ayetler, hadisler okuyarak vaziyetini mazur göstermeye savaşıyordu. Pek uzun süren musibetli bir ömrün acılıklarını okumakla geçirdiği anlaşılan Cemoğlu, Tanrı ağzıyla, peygamber ağzıyla konuşarak Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu söyleyen hünkârı merhamete getirmek istiyordu. Onun bu suretle yalvarışı Süleyman’ın rikkatini celbetmekten geri kalmadı, çünkü bilgi sezdiren bir ağlayıştı ve ilmi seven Süleyman, ilmin gözyaşı oluşuna karşı kayıtsız kalamıyordu.

      Murat, kudretli amcazadesinin biraz yumuşar gibi olduğunu görünce cesaretlendi:

      “İnsaf et ulu hünkâr!” dedi. “İnsaf et. Tehlikeden kaçmanın peygamberler sünneti olduğunu söyleyen, halifesi olduğun zat değil midir? Musa’nın peygamberliği yurdundan firar edişinden sonra vukua gelmedi mi? Muhammed’in kızı Rukiye, damadı Osman, halazadesi Zübeyr, Habeş iline hicret etmediler mi? Halife Osman’ın katli hadisesinde ashaptan bir kısmı Medine’den savuşmadılar mı? Ceddin ve amcam Beyazıt, babamın ölüsüne saygı göstermedi mi ve bir firari olduğu hâlde bütün ülkede adı rahmetle anılmadı mı?”

      Murat, ileri sürdüğü hadiselerin çoğunu ayetle veya hadisle tevsik ettiği, Arabi ve Farisi beyitler okuyarak mevzuyu heyecanlandırdığı için Süleyman tatlı tatlı dinliyordu. Fakat Cemzade yere diz çöküp, henüz bıyıkları terlememiş olan oğluna da diz çöktürtüp: “Bir lokmaya razıyım. Göstereceğin yerde yaşayayım, candan duacın olayım. Suçumu bağışla, temiz elini kirli kanıma sokma!” diye yalvarmaya başlayınca vaziyetini değiştirdi:

      “İyi ama…” dedi. “Bu saydığın adamlar şerri hayra tahvil için gurbet ellere savuştular, yurtlarından uzaklaştılar. Babanın vatanından çıkışı hayrı şerre çevirmek içindi. Onun ölüsüne saygı gösterilmekle bir fitnenin sönmesi kutlulanmıştı. Sen, yirmi sekiz yıl önce sönen o fitnenin sürünür gölgesisin. Aslına kavuşmalısın ki memleketin rahatı bozulmasın, yüreklerde nifak tohumu kalmasın.”

      Ve fitne gölgesi dediği sefil, zelil ve perişan varlıktan üstüne bir şey bulaşmasından korkuyormuş gibi otağın bir kenarına çekildi:

      “Kalk bedbaht!” dedi. “Kalk. Boynundaki salibi at, belindeki zünnarı çıkar, ağzını bir iyi yıka, imanını tazele, babanın yanına bir Frenk şövalyesi gibi değil, bir Osmanoğlu gibi git! Tanrı yardımcın olsun.”

      Murat da, oğlu da düştükleri yerden kalkabilecek durumda değillerdi. Hünkârın verdiği işaret üzerine, kendilerini otağa getirmiş olan çavuş koştu, her iki prensi ayağa kaldırdı ve dışarı çıkardı. Cellat otağın önündeydi, mahkûmları yere kadar eğilerek selâmlıyordu, “Buyurun sultanım, şu çadıra buyurun.” sözleriyle kendilerini mezara açılan kapıya doğru sürüklüyordu.

      Süleyman kendini artık bahtiyar sayıyordu. İstanbul fatihinin mağlup olduğu iki mühim yerde, o galip olmuştu, muzaffer olmuştu Belgrat elinde, Rodos elindeydi. Hükümdarlığa geçer geçmez kazandığı bu iki muhteşem zafer, iki kuvvetli meşale gibi istikbal yolunu aydınlatıyor ve kendisine sayısız zaferlerin hayalini seyrettiriyordu.

      Cem Sultanoğlu meselesini kökünden hallettiği, bir tarih pürüzünü temizlediği için de ayrıca memnun oluyordu. Frenkler elinde bir Osmanlı şehzadesi tahtın selâmetini gece gündüz tehdit eden bir kâbus demekti. Şimdi o kâbus, kendine peyklik eden yavrusuyla beraber mezara gömülmüştü. Artık tâcütaht emin ve müsterih yaşayabilirdi. Ne toz, ne bulut onun ışığını incitmeyecekti.

      Şimdi sıra kalbin zaferine gelmişti. Rodos’u nasıl topla döve döve, burçları yıka yıka ele geçirmişse “yârican”ının da kalbini ateşli kelimelerle sara sara ve o yürekte bulunması mümkün olan her türlü mukavemet imkânlarını devire devire bir aşk zaferi elde edecekti. O, henüz on üç yaşındayken “kadın” yenmeyi sınamıştı. On dört yıldan beri aynı sınayışı tekrar ediyordu. Fakat zaman geçtikçe anlamıştı ki kadını yenmek başka, kazanmak başkadır. Sayısını pek de hatırlayamadığı mağlup kadınların hepsi kölelerin efendilerine gösterdikleri miskin mütavaatla18 boyun eğmişlerdi. Küçük bir işaret görür görmez diz çöken kadın ise muhasarasız, hücumsuz ve zahmetsiz ele geçen kale gibidir. Galibini mahzuz etmez, belki mahcup eder.

      Süleyman da kadınlar üzerine on dört yıldan beri kazandığı zaferlerden haz değil, hicap duyuyordu. Onlar daima etlerini vermişler, gönüllerini kendilerine saklamışlardı. Çünkü kendisi hiçbir kadının yüreğine girmeyi denememişti ve böyle bir zahmete katlanmayı da düşünmemişti. Hürrem’i görüp beğendikten sonra ansızın “mücadele” kararı işte bu sebeplerdendi ve kadın eti üzerinde arsız bir sinek gibi dolaşmaktan artık utanç duyuşundandı.

      Evet,