M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

oğlu Murat’ı Rodos Adası’yla değiştirmek istiyorlardı. Hünkârın buna muvafakat etmeyeceğini ve etse bile ordunun adadan çıkmayacağını sezince fikirlerini değiştirmişlerdi, prensin adadan kaçırılması çaresini aramaya koyulmuşlardı. Tahakkuk eder gibi görünen felaketin katileşmesi hâlinde bu prensten istifade edilerek Türklerden intikam almayı tasarlıyorlardı.

      Her gün Hürrem’den mektupla bir buse alarak yaman bir vuslat iştiyakına kapılan hünkâr, mühlet devresinin sonunu iple çekiyordu. Şövalyelerin işi yine savsaklamak ve yeniden mühlet almak istediklerini görünce, soğukkanlılığını muhafaza edemedi, haykırdı:

      “Söz artık ordunundur. Ben susuyorum, şövalye gidilerle gaziler konuşsun.”

      Gaziler, düşmanla konuşmak için zaten küçük bir işaret bekliyorlardı. Hünkârın şu sözüyle o işaret verilmiş oldu ve ordu zafer yoluna atıldı. Şimdi yükseklerden aşağıya doğru bir süzülüş başlamıştı. Evvelce yerden göğe çıkar gibi imkânsızlıklar yene yene kalenin hâkim noktalarına yükselen şahbazlar, bu sefer gökten yere ağıyorlardı. Manzara, bir baş üstünde kümelenmiş bulutların kalbe doğru inişini andıracak biçimdeydi ve kale şeklinde tecessüm eden bu kalp, çarçabuk yıldırımlarla örülüvermiş bulunuyordu.

      Ortada artık ne burç, ne hendek vardı. Türkler şehrin kapılarına dayanmışlar ve bu kapıların gerçekten mucizeler halkeden Türk kılıcına dayanmasına imkân yoktu. Üstadıazam, bu durumda -yarım ilah çalımı satan- General Guyot de Marsehac’la kendi alemdarı Hanri Mauselli’ye yalvararak onlardan inhizamı zafere çevirecek besalet harikaları bekliyordu. Türklerin sert bir hamlesi onun yalvarışlarına ve umuşlarına da nihayet verdi, generalle alemdar, başlarında bulundukları fırkalarla beraber bir çukurun içine gömüldü. Rodos artık düşüyordu. Bunu yüksek bir noktadan heyecanla seyreden hünkâr da, sığındığı son siperden ağlaya ağlaya temaşaya dalan üs-tadıazam da anlamıştı. Fakat beklenen hadise, umulan anda vukua gelmedi ve binbir renkli dalgalarla kabara kabara, önüne tesadüf eden her şeyi parçalaya parçalaya yürümekte olan coşkun su, ansızın durdu. Dalgalar yine kabarıktı, lakin yürümüyordu.

      Hünkâr, şehre girmek üzere bulunan ordunun birdenbire duraladığını görünce şaşırmıştı, yanı başında yer alıp kendisi gibi hayret içinde kalan Hasodabaşı İbrahim’e telaşla soruyordu:

      “Ne oluyor böyle?”

      İbrahim’den önce rikâb ağalarından biri cevap verdi:

      “Beyaz bayrak çekildi, ordu yürüyemez artık.”

      Doğru söylenmişti, şövalyeler taştan, demirden, kazıktan, zincirden yapılmış bütün engelleri silip süpürerek, canlı ve cansız tesadüf ettiği her seddi söküp atarak ilerleyen Türk dilaverlerine karşı konulmayacağını anlar anlamaz yer yer beyaz bayrak çekmişlerdi. Galip ordu, işte bu durumda önüne aşılmaz bir uçurum açılmış gibi hareketten kalmıştı, yerinde sayıyordu.

      Yekpare taşlardan yapılma ehramvari duvarların, içi su dolu geniş hendeklerin yürümekten alıkoyamadığı bir orduyu üç beyaz bayrağın hareketsiz bırakması garip görünür. Fakat bu hâlde garabet değil azamet ve haşmetli bir rikkat vardı. Çünkü zaafa, acze ve yalvarışa değer veren insan kuvveti, haki ve fani olmaktan çıkar, semavi ve lahuti bir kıymet alır. Türk ordusu da Rodos kıyılarında yıkıcı, ezici, mahvedici bir coşkun sel olmaktan ansızın uzaklaşmış, her zerresinde medeni olgunluğun ışığı yanan bir ulüvvücenap abidesi hâline geçmişti. Cesur şövalyeler, koca bir bahadırlık tarihi ve bütün Rodos, kendilerini temsil eden, üç beyaz bayrağın gölgesinde diz çökerek bu abidenin eteklerini öpüyordu.

      Hünkâr, hiçbir kuvvetin, zaafa, acze ve yalvarışa karşı şefkat gösteren orduyu artık yürütemeyeceğini takdir ettiği için sadrazama bir çavuş yolladı, şövalyelerin teslim olmak hakkındaki ricalarını dinlemesini emretti. Rodos burçlarını yıkan, hendekleri aşan Türk ordusu, şimdi şövalyelerin hayatını tekeffül etmiş oluyordu ve sadrazam, kalelerden gelen murahhaslarla görüşürken o alicenap kefilin haysiyetine hürmet etmeyi borç tanıyordu.

      Rodos’a ilk Türk güllesi 8 Temmuz 1522’de düştü, beyaz bayraklar ise 21 Kanunevvel 1522’de çekildi. Demek ki kale tam beş ay Türklere karşı koydu ve Türkleri yordu, bu yüz elli gün içinde Kara Mahmut Reis gibi, Elbasan Alay Beyi Murat gibi her biri bir Rodos değerinde birkaç düzine kahraman Türk şehit olmuştu. Yeniçeri Ağası Bali Bey gibi tek katre kanının değeri yüzlerce şövalye eden yiğitler ağır yaralar almışlardı. Yakılan burçların yanında Türk şehitlerinin mezarları yükseliyordu. Harcanan para hesapsızdı, kantarlarla barut sarf olunmuş ve binlerce gülle heder edilmişti. Şövalyelerden diri kalanlar ve şehir halkından onlara uyanlar bütün bu hesapları ödemeye mahkûm bulunuyorlardı. Fakat düşmanı yenen ordu düşmanı affetmek büyüklüğünü de gösterdi ve Rodos’u müdafaa edenlerin hayatını bağışladı.

      Teslim mukavelesini hazırlayan Sadrazam Piri Paşa gibi o mukaveleyi imzalayan padişah da ordunun dileğine boyun eğmek mecburiyetindeydi. Bu sebeple mukavele, mağlupların lehine oldu ve Türk ulüvvücenabı, resmî vesikalarla da tespit edildi. İmza edilen vesikalara göre bütün şövalyelerin -eşyalarıyla beraber- adadan çıkmaları için Türkler tarafından gemiler tedarik olunacaktı. Adada kalacak Rum ve Latinlerin şahıslarına, mallarına, mülklerine ve mezheplerine hürmet edilecekti. Herhangi bir korkuya mahal verilmemek için ordunun eşiğinde bulunduğu şehir kapılarından bir mil geri çekilmesi de ayrı bir maddeyle taahhüt edilmişti.

      Hünkâr, ada murahhaslarıyla müzakere sırasında Cem Sultanzadeden bahis olunmamasını sadrazama emretmişti. Adadan yalnız şövalyelerin çıkmasına rıza gösterdiği için prensin nasıl olsa elegeçeceğini tahmin ediyordu. Şövalyelerse onun adını ağza almaktan tamamıyla çekinmişlerdi. Çünkü hünkârın, amcasının oğlunu bağışlamayacağını biliyorlardı ve şehzadeyi gizlice kaçırmaya hazırlanıyorlardı.

      Ordu, siyasi konuşmalarla, senetleşmelerle alakalanmıyordu. Fakat Rodos’ta esir hayatı yaşayan binden fazla Türk’ün hürriyete kavuşabilmeleri için şövalyelerin selamete ermelerinin şart koşulduğunu duyunca bu alakasızlık heyecana münkalip oldu, müthiş bir feveran yüz gösterdi. Yiğit askerler, merhamet edip de canlarını bağışladıkları mağlup şövalyelerin, mazlum Türk esirlerini beş on gün daha zincirde inletmek gibi gerçekten çirkin bir hareketi ihtiyar etmekten çekinmediklerini görmekle son derece müteessir olmuşlardı.

      Şehbazların yerden göğe kadar hakları vardı. Çünkü Rodos’u almak emeli oradaki Türk esirlerini kurtarmak kaygısından doğduğu gibi bu uğurda aralarında binlerce kurban vermişlerdi. Yeryüzünde ancak hür olarak yaşamaya alışkın olan Türklerin ırktaşlarından hatta bir tekini esir durumunda görmeye tahammül etmelerine imkân yoktu. Ordu işte bu imkânsızlığın kudretli bir timsali hâlinde Rodos’a gelmiş, burçlar devirmiş, hendekler aşmış ve halaskârlarını bekleyen ırktaşlarına kurtuluş müjdesini muhteşem bir zaferin kucağına sarıp sunmuştu. Bu hâle rağmen mağlupların şöyle hoyrat bir vaziyet almaları elbette infial uyandıracaktı.

      Başta yeniçerilerle sipahiler olmak üzere bütün ordu, mağlup düşmana gösterdikleri şefkati yine muhafaza etmekle beraber, esir Türkleri hemen hürriyetlerine kavuşturmak için harekete geçmiş, şehre doğru yürümüştü. Hepsi silahsızdı ve bu hâlleriyle mağlup düşmanı17 ezmek için değil, millî bir borcu yerine getirmek için hareket ettiklerini göstermek istiyorlardı. Lakin şövalyeler, bu silahsız yürüyüşten de telaşa düştüklerinden bütün şehir kapılarını kapamışlar ve ellerinde bulundurdukları esirleri de -ayaklanmalarına meydan vermemek için- Aziz Yahya Kilisesi’ne doldurmuşlardı.

      Silahsız askerin şehir