M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

için yaratılmıştır ve Marmaris, adayı bağrına basmak iştahıyla daima açık duran bir kucağı andırır.

      Dört yüz on beş yıl evvel de vaziyet böyleydi. Ada, yerleşmek için muhtaç olduğu evi arayan bir göz bebeği gibi acıklı bir durumdaydı. Marmaris, bebeğini kaybetmiş bir göz gibi görünüyordu. Üsküdar’dan yürüyüşe geçip şimdi Marmaris’ten kayıkla, çektirilerle fevç fevç Rodos’a dökülen ordu, işte bu birbirine müştak ve birbirine muhtaç iki coğrafya yetimini aynı bayrak altında birleştirmek ülküsünü taşıyordu.

      Anadolu’yu ezelden beri ellerinde tutan Türklerin Rodos’u da benimsemek istemeleri tarihî bir zaruretten doğuyordu. Anadolu’ya hiçbir zaman ayak atmalarına imkân olmayan -Kudüs’ten kovulma-şövalyelerin Rodos’ta oturmalarıysa korsanlık yapmak için orayı müsait bulmalarından ileri geliyordu. O hâlde Türk ordusu hakkın silahı, şövalyeler haksızlığın siperiydi ve o silahın bu siperi parçalaması insanlık haysiyetini yükseltecek bir hadise olacaktı.

      Fakat hakkın tahrik ettiği kol kadar hırsın, menfaatin harekete getirdiği bilek de hassastır. Ondan ötürü şövalyeler yaman davranmayı tasarlamışlardı. Adanın biricik kasabası ve kalesi olan Rodos’u aşılmaz istihkâmlarla çevrelemişlerdi. Her istihkâm, yekpare bir ehram gibiydi. Bununla beraber şövalyeler Türk gücünün taşı toza çeviren yüksekliğini de düşünmüyor değillerdi. O sebeple başlarına topladıkları kalabalığa manevi bir kuvvet aşılamak isteyerek hurafeler tarihinden destanlar tertip ve bunları birer ilahî gibi kiliselerde terennüm ediyorlardı. Yürekleri birer istihkâm hâline koymak için uydurulan bu destanlara göre Rodos, güneşle denizin sevişmesinden doğmuştur ve daima onların himayesi altında kalacaktır.

      Güneş ve deniz, şüphe yok, yenilemez. Lakin on altıncı asırda Avrupa, bütün Asya ve yarı Afrika, Türklerin güneşe de, denize de tahakküm edeceğine kanaat besliyordu. Şövalyeler, kendi askerlerinin idrakini de senetleten bu kanaati gidermek için Rodos’un birçok istila ordularını geri çevirdiğini ileri sürüyorlardı. Kırk iki yıl evvel Mesih Paşa kumandasındaki Türk muhasara ordusunun ricatı da bütün bu masalları ciddileştiriyordu. Rodosluların bir kısmı o inanılmaz ricatı gözleriyle görmüşlerdi, görmeyenler de analarından, babalarından dinleyerek hakikati öğrenmiş bulunuyorlardı. Bu, şövalyelerin uydurdukları hikâyelerin doğru olabileceğini zannettiren bir amildi ve halk, istihkâmlardan ziyade o ricatı düşünerek Türklerle harbe hazırlanıyordu.

      Yaylak Mustafa Paşa kumandasındaki Türk donanmasının 7 Haziran 1522’de ada önünde görünmesi üzerine şövalyelerin harp bayrağını çekmeleri, İkinci Vezir Mustafa’nın karaya asker dökmesine ehemmiyet verilmemesi, hatta Sultan Süleyman’ın 8 Temmuz 1522’de muhteşem bir ordunun ardında adaya çıkmasından da telaşa düşmemesi bundandır, şövalyelerin masallarla halkı kandırmış olması yüzündendir.

      Eğer adada oturanlar, Mesih Paşa’nın şövalyeler tarafından ricat ettirilerek değil, askeri yağmadan alıkoyduğu için umumi bir infiale hedef olarak çekildiğini bilselerdi muhakkak bir felaketin gafil kurbanları mevkisine düşmezlerdi, şövalyelerin elinde oyuncak olup kırılmazlardı.15

      Hakikatin yanlış tasvir ve halkın da tağlit olunması yüzünden güzel Rodos acı günler geçirdi, Türk’ün gazabına uğrayıp temeline kadar sarsıldı.

      Burada harbin tam bir tarihçesini yapacak değiliz, yalnız romanımıza taalluk eden sahneleri sıralamakla iktifa edeceğiz. Lakin Türk kılıcının, taş, mermer ve demir de olsa önüne çıkan her engeli nasıl tarumar ettiğini anlatmış olmak için Rodos’un müdafaa tertibatını kısaca anlatmayı gerekli buluyoruz.

      Türklerin Rodos’a gelecekleri duyulur duyulmaz şövalyelerin “üstadıazam” diye anılagelen reisleri Villier de L’isl Adam bütün köyleri ateşe vermiş, kale varoşlarını yıkmış, ada halkını şehre toplamıştı. Büyük istihkâm manzumelerinden her biri sekiz lisan şövalyeleri arasından seçilmiş bir cenk erinin kumandasına verilmiş bulunuyordu. Bu suretle sekiz milletin haysiyeti, şerefi ortaya atılmıştı. İstihkâmlardan hangisi iyi müdafaa edilmezse bir milletin namusuna kir getirilmiş olacaktı. Şu hâlde Türk ordusunun karşısına yalnız müstahkem bir kale değil, Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, İspanya’nın, İtalya’nın, Portekiz’in, Provans’ın “izzetinefsi” de dikilmişti. Her istihkâm manzumesinin başında bu milletlerden birine mensup ünlü bir şövalye vardı ve bunlar, kaleyle beraber kendi milletlerinin şerefi için de harp edeceklerdi.

      Üstadıazam Villier de L’isl Adam, Meryem’e mensup zafer kilisesinin yanı başındaki galipler kapısında yer almıştı. Şehrin şimal methalini teşkil eden bu kapının solunda Alman, biraz ilerisinde de Fransız burcu bulunuyordu. İngiliz burcu şarktaydı, Sen-Ambrovaz kapısının yanındaydı. Cenup cephesini Provans ve İtalya şövalyeleri, deniz kapısını da Portekizliler müdafaa ediyorlardı. Liman zincirlerle kapalıydı ve iki büyük kulenin himayesi altındaydı.

      Serasker Mustafa Paşa, muhasara için gerekli olan istikşafları yapmış, gelecek askerin barınacağı yerleri hazırlamış, fakat hücuma kalkışmamıştı. Toplar bile gelişigüzel dağıtılmıştı. Süleyman, işte bu durumda adaya çıktı, yüz bir pare top atılarak selamlandı ve seraskerle karşılaşır karşılaşmaz fırkaların muhasara planına göre yer almaları emrini verdi. Bu plan icabınca Fransız ve Alman burçları karşısında Rumeli Beylerbeyi Ayas, İspanya ve Portekiz burçları önünde Üçüncü Vezir Ahmet, İngiliz burcuna muvazi vaziyette ve merkezde Serasker Mustafa Paşalar bulunacaktı. Sol cenahta Anadolu Beylerbeyi Kasım ve bu cenah solunda Sadrazam Piri Paşalar yer almakta olup karşılarına Provans ve İtalya burçları düşüyordu. Hünkârın otağı, serasker karargâhının arkasına düşen bir tepe üzerindeydi.

      Türkler Alman burcuna yirmi bir, Sen Nikola kulesine yirmi iki topla ateş açacaklardı. İngiltere ve İspanya burçlarına karşı da her biri üç toptan mürekkep on dört batarya tabiye etmişlerdi. Şövalyeler, bütün ümitlerini Venedikli mühendis Gabriyel Martinengo’ya bağlamışlardı. Bu adam sanatında çok mahirdi, bir yığın ilmî projelerle Girit’ten Rodos’a gelmişti. O asırda Türklerin lağım yürütmekte ve yer altı yoluyla kale devirmekte büyük bir şöhreti vardı. Gabriyel Martinengo, işte bu şöhreti kendi zulmünce köreltecek bir alet keşfetmişti, onu Rodos savaşlarında tecrübe etmek istiyordu.

      Bu mühendisten sonra şövalyelerin bel bağladıkları askerî zekâlar Topçu Generali Guyot de Marselle ve Alemdar Hanri Mauselle’ydi. Onları mitolojik devirlerin yarı ilah tanrıları gibi tabiattan üstün kudret sahibi tanıyorlardı ve kendileri de Türkleri denize dökmeyi taahhüt etmiş bulunuyorlardı.

      Türk ordusu ne topa ne mancınığa bel bağlamıştı. Bunların muhasarada gerekli olduğunu bilmekle beraber bütün güvençleri kendi nefislerindeydi. Her nefer, gülleye karşı göğüs gerebilen duvarların da sırası gelince aşılacağına emindi. Onun için palalarını, yatağanlarını, kılıçlarını, baltalarını bilemişlerdi, metrislere yan gelip uzanmışlardı, hücum emrini bekliyorlardı.

      Sultan Süleyman, harp fenni dairesinde hareket olunmasını kumandanlara bırakmış ve kaledeki casuslarla temas çareleri aramaya da Hasodabaşı İbrahim’i memur etmişti. Kendisi, hâkim bir noktaya kurulmuş olan otağından metrisleri, top yerlerini ve bilhassa kaleyi temaşayla vakit geçiriyordu.

      En çok meşgul olduğu yer, kaleydi. O sıra sıra duvarlar, o yüce yüce burçlar, o dizi dizi hendekler, kendisine varılması, ulaşılması ve kazanılması güç bir kadın kalbi gibi karışık, derin, geniş ve korkunç görünüyordu. Bununla beraber ordusunun şu kaleyi devireceğine imanı vardı. Bu iman ona, herhangi mağrur, lakayıt ve hırçın bir kadın kalbinin de er geç elde edileceğine itimat telkin ediyordu.

      İlk