M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

donanmasına başka bir heybet veriyordu. Süleyman, işte bu haşmetin ve bu heybetin içine getirdiği inşirah içinde hakiki bir miraç zevki alıyordu. Bir aralık gözünü geriye, Sarayburnu’na doğru çevirdi ve mağrur bir itimatla gülümseyerek için için söylendi:

      “Hürrem işte bu aynada beni görecek, beni tanıyacak!”

      Donanma toplarının velvelesiyle teşyi olunarak Üsküdar’a adım attığı, ordunun alkışlarıyla karşılandığı anda yine Hürrem’i düşünüyor ve onun hayalini selamlaya selamlaya ata binerek asker safları arasından otağına doğru yürüyordu.

      Üsküdar o tarihte pek bakımsızdı. Ne bugünkü camileri, hamamları, ne de yüz yıl önceye kadar yaşayan kervansarayları, imaretleri vardı. Meşhur olan çeşmeleri, sebilleri de o devirde henüz yapılmamıştı. Şemsipaşa, Salacık semtleri de boştu, yaz günlerinde yüzmeye gelen gençlerden başkasının uğrağı değildi. Doğancılar’da bir saray bir de han vardı. Han, doğan besleyip satan kimselerin barındıkları yerdi, saray mirî binalardandı.

      Rodos’a gidecek ordu işte bu kasabanın dört yanını işgal etmişti ve Albahadır, Secah, Kadıköy bağlarının çevreleri hep çadırla bezenmişti. Hünkârın otağı da şimdi Orta Valide Camisi’nin bulunduğu bayır üzerine kurulmuştu. Doğancılar Sarayı buradan görülebiliyordu.

      Sultan Süleyman yeniçeri ve sipahi alaylarının arasından geçerek otağına ulaştı ve ilk emir olarak sadrazama şu tebliğde bulundu:

      “Validem gelecek. Rikâbında bulun, menzile ilet, kendisini iyi gözet. Zinhar sıkılmasın.”

      Onun sıkılmamasını istediği mahluk, anası değil, Hürrem’di. Fakat ötekini zikredip berikini kastediyordu ve bu mahrem tahatturdan ayrıca bir zevk alıyordu. Bununla beraber oraya Hürrem’le meşgul olmak için gelmediğini de unutmuyordu. O sebeple Piri Paşa’yı savdıktan sonra iki Mustafalar dediği paşaları yanına çağırttı.

      Bunlardan biri vezirdi ve kendisinin eniştesiydi, öbürü henüz vezir değilse de paşa unvanını almış bir yiğitti, Yaylak lakabıyla anılıyordu.

      Süleyman, yer öpüp divan duran iki Mustafa’dan ilkin eniştesi olana yüzünü çevirdi:

      “Bak paşa…” dedi. “Bu sefere serasker oldun, gözünü dört aç, adımlarını tarta tarta at. Büyük ceddim Fatih, Rodos bozgunundan dönüşte Mesih Paşa’yı asmamış, üç tuğlu vezirlikten çıkarıp Gelibolu’ya yollamış. Ben böyle yapmam, adadan, bozguna uğrayıp dönecek olan paşaların derisine saman doldururum. Bunu bil de iyi davran!”

      Ve sonra Yaylak Mustafa Paşa’ya döndü:

      “Serasker paşa, hem adaşın hem yoldaşındır. İkiniz de saraydan yetiştiniz. Birbirinize yan bakmayın, kardeş gibi davranın. Donanmayı sana, öncü orduyu da ben gelinceye kadar ona bırakıyorum. El ele verin, candan çalışın, adayı bir iyi sarın.”

      Onlar el ve yer öpüp filoya iltihak etmek üzere ayrıldıktan sonra huzura Hasodabaşı İbrahim girdi. Zeki nedim, efendisinin önüne bir yığın kâğıt koyarken çapkın bir tebessümle soruyordu:

      “Sofra kurulsun, etraf çevrilsin mi efendim?”

      Süleyman bu soruya cevap vermeden kâğıtları gözden geçirmeye koyuldu. Bunlar, menzil cetveliyle Mahmut Reis’ten en son gelen raporlardı. Rodos’ta kalbini ele geçirdiği Rum kızının yardımıyla çok önemli bilgiler toplayan cesur denizci bu sefer, kırk iki yıl önce yapılan Rodos muhasarasına ait krokileri, planları yollamış ve o muhasarada Türklere casusluk edip sonunda birer suretle felakete uğrayanların hatıralarından Hekim Salamon’la Almaral’ın endişeye düştüklerini, kendilerinin dile ve ele verilmemesi için yalvardıklarını da uzun bir mektupla bildirmişti.11

      Hasodabaşı İbrahim, hünkârın dikkatini bu mektup üzerine çevirmeye çalıştı:

      “Mahmut Reis’in…” dedi. “Hakkı var. Salamon’la Almaral’ın bize yâr olduklarını kimseye sezdirmemek gerekir. Çünkü bu sır faş olursa heriflerin başına bela gelmekle kalmaz, bizim başka yerlerde casus bulmamız da güçleşir.”

      Süleyman, bu mülahazanın tamamıyla zıddını ileri sürdü:

      “Bence…” dedi. “Bu değersiz bir maslahattır. Casus dediğin bizim kanunnamedeki köftehordan da murdar kimselerdir.12 Bu gibilerin ademi, vücudundan evladır.

      Zaruret hâlinde köftehorun hizmeti kabul olunur lakin eli öpülmez, casusların da hizmeti ödenir fakat gayreti çekilmez. Salamon’la Almaral’ın bize sözleri lazım, kendileri değil. Casuslukları duyulursa bana ne?”

      Ve sonra menzil cetvelini gözden geçirdi:

      “Kırk günde mi?” dedi. “Marmaris’e varacağız. Uzun, çok uzun yol. Ben şöyle bir ağışta Rodos’a ulaşmak isterdim.”

      Hasodabaşı, harp yolculuğunda mesafe meselesinin bahse mevzu olamayacağını herkesten iyi bilmesi lazım gelen hünkârın şu sözünde nasıl bir hayıflanış saklı olduğunu hemen kavradı:

      “Sultanım…” dedi. “Sonu hayır olsun da varsın yol uzun sürsün. Donanmayla teşrif buyurulsaydı Rodos’a daha çabuk varılırdı. Fakat karadan gidişin zevki başka. Mülkünüzün bir parçasını göreceksiniz, halkın derdi varsa dinleyeceksiniz ve her gün geriden haber alacaksınız. Valide hazretleri elbette gün başına bir ulak çıkarır, İstanbul ahvalinden size haber ulaştırır.”

      Zeki nedim, parmağını hünkârın yüreğindeki sırra basmıştı. O, yolun uzunluğunu ileri sürmekle sarayda kalan Hürrem’den günlerce uzaklaşmanın elemini açığa vurmuştu. Hasodabaşı da, kara yolculuğunda gerilerden sık sık haber alacağını söylemekle o elemin merhemini müjdelemiş oluyordu. Hünkâr, bu ince düşünüşten haz aldı ve nedimini minnettar bir bakışla okşadıktan sonra en büyük takdir kelimesini sarf etti:

      “Aferin!”

      Şimdi sefere taalluk eden şeyler üzerine konuşuyorlar ve elde edileceğine iman besledikleri zaferden sonra yapılacak şeyleri düşünüyorlardı. Süleyman, bir aralık dalgınlaşır gibi oldu ve gamlı gamlı nedimine sordu:

      “Şövalyeler üzerine şu seferi açışımın öz sebebi nedir, bilir misin İbrahim?”

      “Eski bozgunluğun hıncını almak!”

      “Bu, görünen sebep, sana ben görünmeyen, konuşulmayan sebebi soruyorum.”

      “Rodos, Akdeniz’in kilitlerinden biridir. Bizim elimizde bulunması icap eder.”

      “Bu da herkesin bildiği bir şey. Bana sen, başkalarının bilmediği sebebi söyle.”

      “Başka bir sebep bulamıyorum.”

      Hünkâr yerinden kalkmıştı, otağ içinde ağır ağır dolaşıyordu. Uzun müddet bu durumda gezdi, düşündü, bıyığını karıştırdı ve sonra nediminin karşısına dikildi:

      “Babam…” dedi. “Yüreğinde olanı diline çıkarmazdı, kimseye sezdirmezdi. Hatta, ‘İçimdekini bıyığım sezse onu kıl kıl yakarım.’ derdi. Ben bu kadar ileri gitmek istemem, bir sırdaş tutmaktan çekinmem. Seni de kendime sır ortağı, dert ortağı yaptım. Onun için Rodos’a gidişimdeki asıl sebebi anlatacağım. Fakat bu, canın gibi gizli kalmalı.”

      Ve kulağına fısıldar gibi davrandı:

      “Büyük amcamın oğlu Rodos’ta! Onun bir gün olup babası Cem gibi Frengistan’a gitmesinden, başıma dert açmasından korkarım. Babam, Frenklerle hoş geçinmişse bir sebebi bu çıbanın delinmesinden korkmasıdır. Ben, onun gibi hareket etmek istemedim,