M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

Daha beş dakika önce, Rus halayık için verilen emri haber almış ve ruhundan yaralanmış olan haseki, şu ziyaretin kendini avutmak maksadıyla yapıldığını sezmekle beraber -uyuşturucu ilaç almış bir hasta gibi- ızdıraptan sıyrılıyor, yavaş yavaş neşeleniyordu. Milyonlarca insanın hayatını, mukadderatını tasarruf eden, bir tek sözüyle dilediği adamı alçaltan veya yükselten bu kudretli mahlukun riyali bir hesaba müstenit de olsa -kendi dizinin dibinde- sevgiden, vefakârlıktan bahsetmesi hoşuna gidiyor ve bu yalandan bahtiyar oluyordu.

      Hünkâr da gerçekten canlı ve heyecanlı konuşuyordu. Şairliği feveran hâlindeydi, boyuna nükteler sıralıyor ve birbiri ardınca kıvrak beyitler okuyordu. Bir aralık bu heyecan son haddini buldu ve genç tâcidar, Mahidevran’ın ellerini yakaladı, “İnan kadın, inan!” diye bağırdıktan sonra sesini birden yavaşlattı, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı, bayıltgan bir ahenkle fısıldadı:

      Harimi cenneti hüsnün yeter penâh hana

      Harâmdır dahi bir gayri secdegâh bana

      Mahidevran, iç yaralarından tamamıyla kurtulmuştu, beyni döne döne ve kalbi eriye eriye efendisine sarılıyordu. Bu, bir yıkılıştı, bir harap oluştu. Fakat onun için bir saadetti ve birkaç saatten beri çektiği ıstırap hep bu saadeti elden kaçırmamak korkusundan doğuyordu. Hünkâr, muhtemel densizliklerinin önüne geçmek için avutmak istediği kadının -uzun günler ayılamayacak kadar sarhoş olduğunu görünce- yavaş yavaş ciddiyetini ve sertliğini takındı, parmaklarını güzel hasekinin saçlarından ayırmamakla beraber sesine başka bir ahenk verdi:

      “Mahidevran!” dedi. “Yüreğimin içini görebiliyor musun?”

      Kadın, yarım kalmış tatlı bir rüyanın hasretini taşır gibi şaşkın ve muzdarip başını kaldırdı, efendisinin gözlerine baktı. Oradan, o iki sarı ela köşeden yol ve ışık alıp söylenilen yere, hünkârın kalbine inmek istedi. Fakat umduğu, aradığı yolu ve ışığı bulamadı, sarı ela gözlerde kumral bir çehrenin, beyaz bir endamın yerleştiğini görür gibi oldu, sendeledi ve inledi.

      “Yüreğinde o Rus kızı oturuyor!”

      Süleyman güldü:

      “Demek ki sen bana bakıp onu görüyorsun!”

      Ve iki uzun buse arasında ilave etti:

      “Ben sana bakıp onu unutmak istiyorum. Buna inanmalısın!”

      Tam bu sırada kilerci kadın içeri girdi, sofra kurmaya girişti. Mahidevran, yine füturla ümit arasında sallanıyordu. Fakat yemekten sonra ümit yıkıldı, fütur başladı. Çünkü hünkâr, “İşim var, artık ayrılalım.” deyip dairesine çekilivermişti.

      Bu görüşmenin, bu baş başa kalışın son bir telaki olduğunu acaba tahmin etseler böyle mi ayrılırlardı?

      ATEŞ HATTINDA AŞK

      Sadrazam Piri Paşa, yeri öpüp geri çekildi. Hünkârın yüzünü biraz solgun gördüğü için endişelenmişti, önüne bakar gibi davranarak gizlice bu soluk çehrenin sakladığı düşünceleri araştırıyordu. Süleyman, uzunca bir lahza sessiz kaldıktan sonra eliyle, odanın bir kenarında serili duran Bursa ihramını gösterdi:

      “Otur lala.” dedi. “Ayakta durma.”

      Piri Paşa, yere kadar eğildi ve telaşla cevap verdi:

      “Estağfurullah efendim. Kul haddini bilir.”

      “Uzun etme lala otur. Çünkü konuşmamız hayli uzun sürecek. Yorulur, rahatsız olursun.”

      Sadrazam bu sefer, “El’emrü fevkaledeb.”7 dedi, işaret olunan yere oturdu ve hünkârın sorduğu soru üzerine anlatmaya koyuldu:

      “Kurtoğlu, Rodos işini dilinden düşürmez oldu, hakkı da yok değil. Mısır’a gidip gelecek gemilerimizin emniyeti için adanın alınması gerek.”

      Hünkâr, sadrazamın sözünü kesti:

      “Eski hıncı çıkarmak için de bu işi başarmak lazım.”

      “Doğrudur şevketli hünkâr. Hınç meselesi de var. Fakat biz öç almak için değil, Akdeniz’i de Türk yapmak için Rodos’a el atmak isteriz. Şövalyeler yolkesenlik ediyorlar, şu koyda, bu koyda pusu kurup silahsız yolcuları yakalıyorlar, küreğe koyuyorlar. Hainlerin elinde binden fazla tutsak bulunduğunu sanıyorum. Onlar, bizim yardıma koşmamızı bekliyorlar.”

      “İyi ya, hemen yürüyelim. Ne bekliyoruz böyle?”

      “Kurtoğlu kulun da öyle diyor, Vezir Mustafa kölense oturamaz oldu, elinden gelse tek başına Rodos’a koşacak. ”8

      Hünkârın kaşları çatıldı:

      “Ben de telaş içindeyim, bir ayak önce savaşa girişmek istiyorum. Fakat sen, yalnız sen, bıyık falından ayrılmıyorsun.”

      “Merhamet buyur hünkârım, celallenme. Maslahat büyüktür, düşünmek ve çok düşünmek ister. Makamı cennet olsun, pederiniz merhum gibi bir sahipkıran Rodos üzerine yürümekte teenni gösterdi, acele eylemedi. Ben kulun o zaman Kurtoğlu gibi, Mustafa Paşa gibi davranıyordum, hemen yürüyelim diyordum. Merhumdan tekdir işittim. Lakin o haklıydı, biz kısa düşünüyorduk.”

      Ve mühim bir hatıranın zihninde kımıldanmasıyla vecde gelmiş gibi sesi değişe değişe anlattı:

      “Rahmetli efendimin emriyle yüz elli gemi yapmaya başlamıştık. Yüz kadırga da hazırdı, hünkârın küçük bir işaretini bekliyordu, orduyu da hemen sefere çıkacak hâle koymuştuk. Merhum, bu durumda bir gün bizi huzuruna çağırttı, sordu:

      ‘Beni Rodos’a götürmek istiyorsunuz, değil mi?’ Ben, sevine sevine cevap verdim:

      ‘İznin olursa öyle hünkârım.’

      ‘Peki, ne kadar barutunuz var?’

      ‘Dört ay sürecek bir muhasaraya yeter miktarda!’

      ‘Bu kadar barutla Rodos alınmaz. Siz ata gemsiz binen, yola azıksız çıkan gafillersiniz. Benim de alnıma kir süreceksiniz. İlkin tedarikinizi görün, sonra orduyu sefere sürün.’ ”

      Piri Paşa, Yavuz’la yapılan bu muhavereyi naklettikten sonra -o günün hâlâ yaşayan hicabını silmek ister gibi- elini alnına götürdü:

      “İşte…” dedi. “Bu söz bana ders oldu. Bol gemi, bol barut, bol azık tedarik etmedikçe, adayı alacağımıza inanç getirmedikçe bu yaman işe el vurmayı doğru bulmuyorum.”

      Süleyman sinirlenmişti, ihtiyar vezirin teenni ve ihtiyat tavsiye eden sözlerinden huylanmıştı. Onun Rodos işini başarılması çok güç bir maslahat şeklinde tasvir etmesi, aynı zamanda, gururuna da dokunuyordu. Bu sebeple hırçınlaştı:

      “Kanın…” dedi. “Sulanmış, eski ataklığın kalmamış. Fakat ben henüz gencim, atılganım. Böyle de olmasam Rodos’un Belgrat’tan daha sarp olmadığını biliyorum. Orada Macarları nasıl yendiysem burada da şövalyeleri berbat edeceğime eminim.”

      Ve yerinden fırladı, Piri Paşa’yı da sıçrattı:

      “Rodos’ta binden fazla Türk’ün küreğe konulduğunu söyleyen sensin. Onların daha birçok günler inlemesini isteyen yine sensin. Bu ne hâldir, ne çirkin duygusuzluktur? Bin Türk zincirde inlesin de sen sarayında güle güle yatasın, öyle mi? Ayıp lala, ayıp!

      Sana yakışan küreğe konulmuş Türklerin her biri için bir Rodos yıkmaktır. Şövalyelerin Rodos’unu korumak değil.”

      Oda içinde geziniyor, homurdanıyor, eliyle koluyla birtakım işaretler