M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

eder, âşığı ölümden kurtarır.”

      Ve kendi kendini teselli etmek istiyormuş gibi davranarak şöyle bir misal gösterdi:

      “Biz, rahmetli pederimizle elbette ölçülemeyiz. Onun kadar ne cebbar, ne de kahharız. Hâlbuki aşk o gerçekten yavuz kişiyi de nâleden nâle (çöp demektir) çevirmiş, zârü nizar etmişti.

      Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân

      Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

      diyen babam değil miydi?”

      Hasodabaşı İbrahim, bu gamlı gamlı söylenişlere, bu acı acı dert yanışlara karşı yine efendisinden dinlediği ve onun meclislerinde duyduğu felsefi sözlerle karşılık verirdi:

      “Haklısın hünkârım.” derdi. “Aşk önüne geçilmez bir kudrettir. Allah’ın azametinden süzülüp yüreklere sinen bir nur zerresidir. İmansız vicdan gibi aşksız irfan da karadır, kapkaradır. Sevin, daima sevin. Fakat: Aşk odu evvel düşer maşuka andan âşıka/Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi sözünü unutmayın. Sizi yakan güzellik, güneş de olsa mutlaka sizden önce yanar. Buna inanın!”

      İbrahim, çok zeki bir gençti. Kürenin yarısını elinde tutan, öbür yarısını da haşmetinin velvelesiyle sersemleştiren şu tâcidar âşığın ruhunu kavramıştı. Huyunu bütün incelikleriyle öğrenmişti. Kendi vazifesi onun nabzına göre şerbet vermekti. Çünkü yarı kürenin -Süleyman’dan sonra- en kudretli adamı olmak için böyle davranmak gerekti. Lakin nabza göre şerbet vermek, hakikatlerden tegafül etmek değildi. O, vereceği şerbetin şekerini sezdiği hakikatin rengine ve mahiyetine nazaran tayin etmeyi de gerekli bulurdu.

      Aşk işinde de bu yolu tutmuştu. Padişahın mizacındaki feveranı gözeterek dil kullanıyordu. Yoksa tahtın güzellik önünde hasıra çevrilmeyeceğini, yerlerde sürünmeyeceğini biliyordu. Taç, bir küme altın saç önünde belki eğilir, fakat bu eğiliş o saçı kendine tuğ yapmak içindir! Taht da müstesna bir güzelliğe karşı duygu gösterir, incizap gösterir ve açılır. Lakin maksadı o güzelliği içine atmak ve eritmektir.

      İbrahim bütün bu hakikatleri biliyordu hatta Sultan Süleyman’ın Hürrem’e gösterdiği çılgınca bağlılığın neden ileri geldiğini de anlıyordu. Sarayında üç yüz kadın bulunduran ve binlercesini daha bulundurmaya da kadir olan bu genç hükümdarın Rusya’dan getirilmiş esir bir kıza ilk görüşte bu kadar bağlanması başkalarını hayrete düşürse bile hasodabaşıya taaccüp vermezdi. Zira o, padişahın hudutsuz bir kudretten, her dilediğine ermekten, her istediğini yapmaktan, her aradığını bulmaktan bıkarak acze, ızdıraba teşne kaldığını, kolaylıklardan usanıp güçlükler aradığını çoktan sezmiş bulunuyordu. Zeki gencin kanaatine göre padişahın Hürrem’e yanıp yakılması ve hele onu hemen kendine mal etmeyerek uzakta bulundurmak suretiyle ortaya suni bir hicran koyması hep o ruhi sebepten, acı duymak ve güçlüklerle pençeleşmek ihtiyacından ileri geliyordu. Şu hâlde kendisine düşen vazife padişahın bu ruhi hâletini okşamak, muhayyel elemlerini körüklemek, şimdilik uydurma olan aşkını beslemekti.

      İbrahim, kendi ikbalini ve istikbalini düşünerek nedimlik vazifesini ince bir maharetle yaparken Sultan Süleyman’ın arızi ve gelip geçici temayüllerinin yanında yaşayan öz benliğini de gözden uzak tutmuyordu. Ne şarap ne saz o özü, uzun müddet sarhoş tutamazdı. Aşk da -şimdi görünen marazi şekilde de olsa- o benliği boyuna uyutamazdı. İbrahim, bu sebeple hiçbir fırsatı kaçırmıyor, şaraptan biraz gına hasıl oldukça, saza biraz ara verildikçe sözü devlet işlerine ve o günün en büyük maslahatı olan Rodos seferine intikal ettiriyordu.

      Sultan Süleyman, savaş için ata bineceği güne kadar Hürrem’in hayaliyle oyalanmak, yakınlık içinde halk olunmuş şu hicran âleminin üzücü zevkine benliğini vakfetmek istemekle beraber nediminin temas ettiği mevzulara alaka göstermekten geri kalmaz ve hemen tasavvurlarını, kararlarını sıralamaya koyardı. Fakat o halvet demlerinde bu çeşit musahabeler, iki kadeh arasındaki fasıla kadar kısa sürerdi ve söz yine saza verilerek mevzu hızla değiştirilirdi.

      Bir hayli günler işte bu biçimde geçti, genç tâcidar genç nedimiyle uzun bir halvet âlemi yaşadı, yüreğini bütün genişliğiyle kendisine verdiği kız, yanı başındayken onu görmedi, fakat adını da dilinden düşürmedi. Emeli uçar bir pervane gibi değil, ruhu dudağına gelmiş bir hasta hâlinde ona yaklaşmak ve bu muhtazır ruhu sevgilisinin tebessümünden alacağı şifayla yerine çevirmekti.

      Piri Paşa, bütün hazırlıkların tamamlandığını bu vaziyette hünkâra haber verdi:

      “Padişahım.” dedi. “Üç yüz gemi yelken açmak, yüz bin asker de yürüyüşe geçmek için emrini bekliyor!”

      O, uzun sürmüş bir rüyadan uyanır gibi şöyle bir silkindi, ruhi zindeliği bir anda gözlerine toplandı, herhangi bir zaafın izlerini taşımayan gür sesiyle kararını tebliğ etti:

      “Yarın ordunun başındayım. Donanma iki gün sonra çıksın!”

      Hafsa Sultan, “Bize duayı unutmayın.” diyerek elini öpen oğlunun alnına dudaklarını koyarken fısıldadı:

      “Hürrem’i bir kez görmek istemez misin aslanım?”

      “O yüreğimde ve göz bebeklerimde. Demek ki her saniye kendisini görüyorum. Hüner, beni ona göstermektir. Sen kendisini yanına al, Üsküdar’a geç, Doğancılar Sarayı’ndan onunla birlikte alayı gör.”

      Ve annesinin kulağına eğildi:

      “Hürrem’in beni tanımasını, ilkin padişah ve sonra âşık olarak tanımasını isterim. Bu zahmet de sana düşer.”

      Ve Haseki Mahidevran başta olmak üzere birkaç saraylıyla konuşmadı, oğlu Mustafa’yla da ancak bir saniye oyalandı, doğru kıyıya indi, kayığa bindi. Bu inişte ve binişte, saraydan kaçış gibi bariz bir istical seziliyordu. Mahidevran, yüreğini bastıra bastıra, şehzade Mustafa nemli gözlerini aça aça bu hâle hayretini izhar ediyorlardı. Yalnız Hürrem, Valide Sultan dairesinin bir köşesinde onu, kayıtsız gibi görünen bakışlarla, takip ve teşyi eden Hürrem, şu kaçışa benzeyen uzaklaşıştaki sırrı apaçık görüyordu. Henüz on yedi yaşında bulunan esir, bu kudretli erkeğin kendisiyle karşılaşmaktan korktuğunu anlamıştı ve için için gülmüştü. Çünkü aşktan kaçanların maşuklarını daha çabuk bulmak için koştuklarını, her kadın gibi o da biliyordu.

      Hürrem’in böyle görüp böyle düşünmekte hakkı vardı. Süleyman onunla yüz yüze ve göz göze gelmekten, bütün manasıyla, korkuyordu. Tanınmamış âlemlerin esrarını taşıyan o gözlerin önünde, sınanmamış zevklerin tadını vadeden o dudakların karşısında sersemleşip kalıvermekten ve padişahlık vakarına yakışmaz tenezzül irtikâp etmekten ürküyordu. O sebeple gözlerini önüne eğerek dehlizleri aşmış ve saraydan kaçar gibi uzaklaşmıştı.

      Fakat kayığa biner binmez korkudan ve telaştan sıyrıldı, tabii rengini alan gözlerini etrafa çevirdi. Şimdi bir ruh değişikliği geçiriyordu, yeri ve göğü bambaşka görüyordu. İçinde oturduğu saltanat kayığı sanki bir refrefti, onun benliğini berkî bir hızla uçuruyor, yükseltiyor ve baş döndürücü bir miracın heyecanına kavuşturuyordu.9

      Bu değişiklik ve bu hissî yükseliş, deniz üzerinde serilip uzanan haşmetli manzaradan ileri geliyordu. Önünde, ardında; sağında, solunda dizi dizi kayıklar vardı ve onların taşıdığı gök demire bürünmüş alay alay insan, yekpare bir kalp gibi kendini selamlıyor ve apaçık bir köle bağlılığıyla kendine karşı boyun kırıyordu.

      Daha ötede filo, renk renk alay bayraklarına