M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

yarıp gidiyordu. Bu gidişte, yarın alev olup düşman kalelerini yakacak beyaz ve kudretli bir tebessümün uçuşu seziliyordu. Ordu, o her neferi bir hükümdar kadar heybetli görünen ordu, kendilerinin ardından koştukları zafer perisinin konakladığı bucakları denizden sarmaya giden gemileri “Yaşa!” sesleriyle Maltepe zirvelerinden teşyi ederken padişah otağına çekildi, menzil cetvelini bir daha gözden geçirdi, sonra başını ellerinin içine aldı, uzun uzun Hürrem’i düşündü ve birden vecde gelerek kaleme sarıldı, anasına heyecanlı bir mektup yazdı, küçük kıza iyi bakmasını rica etti ve kâğıdın sonuna şu satırları kondurdu:

       Yeniçeri kullarım, sipahilerim, bütün askerî tayfa sevinç için de. Yarın yapılacak savaşlar bu yiğitleri şimdiden mest ediyor. Ben de sabırsızlanıyorum, bir ayak önce Rodos’a varıp düşma na saldırmak istiyorum. Fakat yarını bugüne getirmek iktidarı mız dâhilinde değil. Biz güne hâkim olamıyoruz, günler bize ta hakküm ediyor. Bundan da canım sıkılıyor, içime gazel düzmek hevesi çöküyor. Bizi duayla anmanıza vesile olsun diye kaleme aldığımız beyitlerden birini işte yazıyorum. Hürrem Türkçe öğ renmiş olsaydı sizinle bile okur ve şevke gelirdi. Bununla beraber kendisine beytimizin tadını hissettirmeniz münasip olur. Yüreği mize gaybi ilhamla sanih olan söz şudur:

      Sûrei velleyl okurdum dün nemazi şâmda

      Zülfün andım dilberin, nittim, ne kıldım bilmedim

      O, dilber kelimesi yerine Hürrem kelimesini açıkça kullanamadığından dolayı enikonu hayıflanıyordu. Fakat Yavuz’un karısı olmak haysiyetiyle şiir inceliklerini kavrayabilecek kadar olgunlaşan annesinin dilberden maksat ne olduğunu anlayacağını umarak müteselli oluyordu.

      Bir yükten kurtulmuş gibi seviniyordu. Çünkü yazdığı şu beyitle Hürrem’e aşkını ilan etmişti. Bir aşkın itirafı ise bir hükümdar için bile büyük bir yükten kurtuluş demekti. Söylenilmeyen, açığa vurulmayan aşk, ışığı hapsolunmuş aleve benzer. O alevin hür bir inkişafla yanması ve bulunduğu yeri yakması için mahpusluktan kurtulması gerekir. Aşkların itirafı işte bu neticeyi verir ve sevgilisine aşkını itiraf edebilen adam, bir yükten kurtulmuş gibi sevinir.

      Süleyman da seviniyordu, hürriyete kavuşmuş gönül alevinin yaktıkça bahtiyarlık doğuran ateşini doya doya duyarak tatlı bir ızdırabın zevkini yaşıyordu. Annesinin, kendi hislerine tercüman olacağına ve mektuba sarılı iştiyaklarını Hürrem’e katre katre tattıracağına emindi ve bu emniyetle müphem hülyalara doğru kollarını açarak geriniyor, geriniyordu.

      Bununla beraber üzerinde yürüdüğü yolun kendisine tahmil ettiği vazifeleri de unutmuyordu. Her gün Piri Paşa’yı huzuruna kabul ederek ordu işleri hakkında görüşüyor, en basit meselelere kadar malumat alıyor ve zapturapta taalluk eden önemli emirler veriyordu. Yine her gün köylülerle temas ediyor, onların dertlerini dinliyor ve bol bol para dağıtıyordu. Saray adamları, biraz fazlaca yapılan bu bahşişleri onun cömertliğine, fukara severliğine hamlederek taaccüple karışık bir sevinç duyuyorlardı. Hâlbuki o, eski Süleyman’dı, para işlerinde muvazeneli davranmayı ihmal etmezdi. Fakat: “Hürrem’in sıhhati, kalbinin saadeti” için müstesna bir semahat gösteriyordu.

      İşte bu suretle Maltepe’den Çukurçayır’a gelindi, oradan Hereke’ye varıldı. Süleyman bu menzilde sabırsızlık gösterdiğinden iki günlük yol bir günde alınarak Çınarlı’ya ulaşıldı, sonra sırasıyla Yıldızköprüsü, Kazıklı, Dikilitaş, Pamukçu, Yenişehir, Akbıyık, Zincirliköy, Derbent, Kızılkaya ilçesi aşıldı, Kütahya ovasına konuldu. Hünkârın titizliği ve sabırsızlığı ara sıra nüksettiğinden bir kısım konak yerleri tayyolunuyor ve iki menzil bir ediliyordu.

      Savaş kokusu, zafer kokusu, şeref kokusu bütün orduyu kanatlandırmıştı. Her neferde uçmak iştiyakı ve istidadı görünüyordu. Bundan ötürü hünkârın iki konaklık yeri bir günde aşmak için sık sık gösterdiği arzuya hemen iştirak olunuyordu.

      Kütahya ovasında geçit resmi ve zor oyunlar yapıldı, bu münasebetle bir gün duruldu. Sonra Altıntaş Ovası, Pınarbaşı, Ece köyü, Sıçanlıdüzlüğü geçildi, Sandıklı Ovası’na varıldı. Burada donanmayla Rodos’a ulaşarak yanındaki fırkaları adaya çıkarmış bulunan Serasker Mustafa Paşa’dan uzun bir rapor geldi.

      Cenk eri vezir, şövalyelerin uzlaşmaya yanaşmadıklarını bildiriyordu. Bu haber, bilinen bir şeyi tekrarlamaktan ibaret gibi görünmekle beraber Süleyman’ın dikkatini celbetmekten geri kalmadı. Hele seraskerin, “Adadan artık kuş dahi uçup kaçamaz, kafeste kalanlar yine kafeste can vereceklerdir.” şeklinde bir cümle yazmış olması o dikkati çoğalttı. Çünkü bu rapordan o, Cem Sultan oğlunun adadan kaçırılmadığını ve şövalyelerin de ondan istifade etmeyi henüz düşünmediklerini anlamıştı.

      Süleyman şimdi daha sabırsızdı, durmadan yürümek ve orduyu da yürütmek istiyordu. Hâlbuki yol güçleşmişti, geçilmesi kolay olmayan bir bataklık hâlini almıştı. Her güçlüğü yenmek kudretini taşıyarak doğan Türk dilaverleri o sıra sıra bataklıkları, o dizi dizi uçurumları ve bayırları da yaman bir süzülüşle aşmayı başardılar, üç gün ağızlarına bir katre su koymadan, koyamadan yürüdüler, İlpınar önüne vardılar. Artık yolun çoğu alınmış, azı kalmıştı.

      Rodos, İstanbul’dan daha yakındı ve asker neşe içinde zafer destanları terennüm etmeye koyulmuştu. Ladikya’yla Tunca merhaleleri aşılıp Çoban ılıcasına varılınca tatlı haberler de yağmaya başladı. Bunların, bu haberlerin başında Hersek Beylerbeyi Mahmut’un Dalmaçya’da Scardoma Kalesi’ni, kanlı bir baskınla zapt etmiş olması vardı. Akdeniz’in en büyük zümrütlerinden birini Türk hazinesine mal etmek için merhaleler aşan dilaverler, Adriyatik kıyılarında at oynatan kardeşlerinin kazandığı zaferlerden kıvanç duyuyorlar ve bayram yapıyorlardı. Rodos ve Dalmaçya? En küçük bir harita üzerinde bile bu iki noktayı birbirine yaklaştırmak imkânı yoktur. Fakat Türk gücü o imkânsızlığı işte gideriyor ve Dalmaçya’da koşma okuyan Türklerden Rodos’ta şarkı ırlayan kardeşlere zafer müjdeleri gelmesini mümkün kılıyordu. Ordu, selim bir sezişle bu hadisedeki inceliği kavradığından haklı bir gurura kapılıyordu, Dalmaçya kahramanlarına Çoban ılıcası karargâhından selamlar uçuruyordu.

      Sultan Süleyman da bu menzilde bir gönül muhasebesi yaptı, anasına yazdığı mektuplarla ondan gelen kâğıtları karşılaştırdı. İstanbul’dan çıkalıdan beri kendisi tam yirmi yedi mektup yollamış ve o kadar da mektup almıştı. Şu hesaba göre her gün karşılıklı olarak birer mektup alınmış ve verilmiş oluyordu. Bu, Hürrem’in bütün yol merhalelerinde anıldığını ve Hürrem tarafından da her gün doğuşunda Rodos yolcusunun hatırlandığını gösteriyordu. Demek ki yürekler durmadan işliyordu ve gönül işleri yolunda gidiyordu.

      Bununla beraber İstanbul’dan gelen mektuplarda henüz sarih bir işaret, aşka taalluk eden bir kayıt yoktur. Valide Sultan bütün kâğıtlarında ilkin kendinin sıhhatinden ve oğluna karşı taşıdığı hasretten bahsediyor, sonra Hürrem’le candan alakalandığını, onu yanından ayırmadığını, Türkçeyi çabuk öğrenmesi için zorlamaktan geri kalmadığını anlatıyordu. Hürrem ne diyor, ne yapıyor ve vaziyetini nasıl telakki ediyor? Valide Sultan hiç bu noktalara temas etmiyordu. Yalnız, son mektuplarının birinde: “Küçük Rus çok akıllı. Leb der demez leblebiyi anlıyor. Türkçeyi çabuk öğrenecek. Şimdi ‘efem’ filan demeye başladı. Aslanımın mübarek adını öğrendi. Bana her gün: ‘Aslanınızdan ne haber?’ diye soruyor. Galiba düşünde de sizi görüyor ki dün: ‘İyi, o çok iyi.’ diye sevinç gösteriyordu.” şeklinde bir izah yapmıştı.

      Süleyman, edebî bir bilmecenin özünü açmaya çalışır gibi Hürrem’den uzunca