M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

geçmediğini öğren. Lalama kalırsa bu haberi çok geç alırız. Dönüşte sofrayı kurdur. Yola çıkmadan biraz eğlenelim, ferahlanalım.”

      İbrahim, sazıyla beraber beklenen haberi de getirdi, Valide Sultan’ın Salacak yoluyla Doğancılar Sarayı’na geçtiğini “müjde”ledi. Müjde diyoruz, çünkü hünkâr, anasının Üsküdar’a gelişini bir beşaret olarak telakki ediyordu. Nitekim haber alır almaz neşelenmişti. Parlaklığı kuvvetlenen gözlerini süze süze tatlı hülyalara dalmıştı. Burnunda da garip bir hareket belirmişti, havadan bir şeyler emmek ister gibi titreyip duruyordu.

      Hasodabaşı, onun Hürrem’den şemme aramakta ve bütün eşyada yine Hürrem’i yaşar görmekte olduğunu sezdi.

      “Valide hazretlerine…” dedi. “Selam yollamak gerekmez mi?”

      O, hülyalı bakışlarını değiştirmeden cevap verdi:

      “Hele Piri Paşa gelsin, Valide’den haber getirsin. Sonra biz vazifemizi yaparız. Sen, telleri söyle de gör.”

      O gece de geç vakte kadar saz ve sözle geçti, Valide Sultan’dan selamlar, dualar getiren Piri Paşa çarçabuk savuldu, efendiyle köle baş başa kaldı, kadehler boyuna dolup boşaldı, teller fasılasız inledi ve gece yarısı, feverandan otağa sığmaz hâle gelen hünkâr tarafından Valide Sultan’a uzun bir mektup yazıldı. Yeniden vedalaşmak maksadıyla kaleme alınmış gibi gösterilmeye çalışılan bu kâğıdın hemen her satırında Hürrem’e ithaf olunmuş bir kelime vardı ve sonu da onu, Hafsa Sultan’ın himayesine bırakmaktan ibaret kalıyordu. Mektubu götürmeye memur edilen hasodabaşı, üç sırmalı bohça dolusu armağanı da Doğancılar Sarayı’na taşımak emrini almıştı.

      Midesini şarapla şişirmiş, kafasını dumana boğmuş, sinirlerini gerginlikten rehavete ve rehavetten gerginliğe geçirerek harap etmiş olmasına rağmen hünkâr, gün doğmadan önce ayaktaydı, gecesini yatakta sakin bir uykuyla geçirmiş gibi zinde görünüyordu. Otağ kapısına geldikleri haber verilen devlet ricalini huzuruna sokmadan iradeleriyle karşılaştırdı, ordunun hareket ettirilmesini ve kendi atının da hazırlanmasını emretti.

      Biraz sonra pırıltılı bir mahşer uğultulu bir akışla harekete geçmişti, çadırlı ordugâh inanılmaz bir hız içinde atlı ve yaya fırkalara inkılap ederek Maltepe istikametinde yol almaya başlamıştı.

      Bütün Üsküdar zaten ayaktaydı, İstanbul’dan da binlerce kişi orduyu uğurlamaya geldiğinden yürüyen mahşerin yanı başında sabit görünen ikinci bir mahşer daha peyda olmuşa benziyordu. Kalanlar, gidenleri alkışlarla teşyi ediyor ve avuçlarda alkış olup saygı haykıran yüreklerin sesi, yürüyen mahşerin uğultusu arasında garip bir tınnat aksettiriyordu.

      İşte Türk gücünün sayısız canlı sahnelerinden biri de ordunun Üsküdar’dan bu çıkışıdır. Buna çıkış demek gerçekten ayıptır, günahtır. Ordu, bir şehirden çıkıp başka bir şehre giden veya bir noktadan kalkıp başka bir noktaya geçen askerî bir küme değildi, başka ve çok başka bir varlık olup ona yürüyen bir tarih, ayaklanmış bir cihan ve yüz bin yıldızlı bir kâinat demek hiç de mübalağa sayılmazdı. Bu yürüyen tarihin, bu ayaklanan cihanın, bu pırıl pırıl parlayan kâinatın özü Türk, dili Türk’tü. O sebeple yeri ve göğü imrendiriyordu.

      Hünkâr, henüz otağındayken ordu harekete geçmişti. Fakat seyircilerden kimse hünkârı aramıyordu, aramaya lüzum görmüyordu. Çünkü her nefer, bir hünkârdı. Bu hakikat eğere şanlı bir taht yüksekliği vererek ve mesafeleri gerçekten şahane bir kudretle devirerek at süren her süvarinin muhteşem endamında, kuvvetle güzelliğin seçme bir numunesi olduklarında şüphe edilmeyen yayaların adımlarında canlanıp duruyordu.

      Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek; bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere ve enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşünü temaşaya dalarken Sultan Süleyman da çadırından çıktı, sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların vücuda getirdiği bin renkli müteharrik hale içinde orduyu takibe başladı. Atlı, yaya yüz bin, hünkârın yürüyüşünü seyrederek vecde düşmüş olan halk, bütün kudretini yine o ordudan alan padişahın da geçişini alkışlıyordu. Bu alkışlar, uzaklaşmış olan orduya yollanan son selamlardı ve hünkârın şahsına ait olmaktan ziyade önde giden yüz bini hünkârın izlerine dökülüyordu.

      Sultan Süleyman, başındaki miğferle üstündeki zırhından daha sert bir çehre taşıyordu. Bununla beraber gözlerinde gururun kapayamadığı bir telaş vardı. Bu peçeli iç endişesi Doğancılar Sarayı’na yaklaşınca büsbütün arttı ve o mağrur gözler, sadaka arayan keşküller gibi açık bir niyaz hâlinde sarayın duvarlarına çevrildi. Hürrem oradaydı fakat görünmüyordu. Padişah ise onu aramakta olup bulamadığı, göremediği takdirde can evinden yaralanmışa dönecekti. Hâlbuki yüksek duvarlar, ardında bulunanları kıskanç bir sertlikle gözlerden saklı tutuyorlardı. Hünkârın kaderi değiştiren, kazayı yenen kudreti şu duvarlara şeffaf bir sima veremezdi.

      Süleyman, atını biraz daha yavaş sürmeye başlamış, oradan uzaklaşmamak ister gibi görünür olmuştu. İşte o sırada ve saray kapısının tam önünde ihtiyar bir kadın, kalabalık arasından fırladı, peykleri ve solakları geçerek hünkârın yanına kadar geldi, üzengisine yapıştı:

      “Dur!” dedi. “Beni dinle!”

      Padişahın, rikabında yürüyenler bu cüretin nasıl cezalandırılacağını tahmin etmeye çalışırlarken Süleyman, dizginleri çekti, kendini orada alıkoymakla bahtiyar eden kadının ellerini öpmek ister gibi davranarak şen şen sordu:

      “Söyle anacığım, söyle. Kulağım sende, derdini sıkılmadan anlat.”

      Üsküdarlı kadın, elini üzengilerden çekmedi, yanık yanık söylenmeye koyuldu:

      “Bu gece yatağıma girerken üç keçim, iki koyunum, birkaç bakırım, bakracım, kilimim, minderim vardı. Uyandığım vakit bunları aşırılmış gördüm. Şimdi ne sağacak malım, ne sarınacak şalım var. Beni soydular, soğana çevirdiler, kuru hasır üzerinde bıraktılar. Elim böğrümde kaldı. Allah, diyorum başka bir şey demiyorum. Erim yok, dölüm yok. Kimsesiz bir eksik eteğim. Ne edeyim, nasıl geçineyim?”

      Süleyman, bu saf şikâyeti dinlerken gözlerini saray kapısından ayırmıyordu. Bir aralık kapıdaki kafesimsi işlenmiş iki üç tarassut deliğinin kımıldanır gölgelerle kapanıp açıldığını sezdi, için için titredi. Demek ki kapının ardında insanlar vardı ve bu minimini deliklere gözler yapışıktı. Kendisi Hürrem’in -alay seyretmek üzere- bu saraya getirilmesini emrettiğine göre deliklerde oynaşan gözlerin bir çifti de onun olsa gerekti. O hâlde Hürrem, oradaydı ve kendini görüyordu, dinliyordu.

      Bu seziş onu sarhoş ettiğinden şikâyetçi kadınla latife etmek istedi. Maksadı kapı önünde biraz daha gecikmek ve Hürrem’e biraz daha yakın kalmaktı. O emelin ibramiyle sordu:

      “Evine giriyorlar, koyunlarını keçilerini melete melete alıp götürüyorlar, ne bulurlarsa bohçalayıp aşırıyorlar. Sen duymuyorsun? Bu kadar ağır uyku olur mu ya?”

      Latifeyi tekdir olarak telakki eden bağrı yanık kadın, ellerini üzengiden çekti, gözlerini hünkârın yüzüne dikti:

      “Uyuyordum.” dedi. “Çünkü seni uyanık sanıyordum!”

      Sert ve yüksek bir sesle savrulan bu cevabın ağırlığı dinleyenlerin başlarını göğüslerine eğdirirken Sultan Süleyman sürekli bir kahkaha patlattı:

      “Hakkın var.” dedi. “Biz uyumasak bu işler olmaz. Suç hırsızlarda değil bizdedir. Çalınan malı ödemek de bize düşer.”

      Ve