çalışıyor. Ancak hayattan yorulmuş Odysseus sadece kendi ocağının dumanını bir kere daha nasıl görebileceğini düşünüyor. Siz, efendim, bunu önemsemiyorsunuz lakin Odysseus Truva önlerindeyken, sizin gönlünüzü almadı mı pek çok kurban adayıp? O zaman neden ona hâlâ bu kadar kızgınsınız?”
Bulut devşiren Zeus da cevap verdi: “Kızım, neden bahsediyorsun sen? Nasıl unutabilirim Odysseus’u, ki yeryüzünde ondan daha yetenekli adam yok, gökte yaşayan ölümsüz tanrılara adak sunmakta daha cömerti de! Aklında olsun, Poseidon Odysseus’a hâlâ öfkeli, Kiklopların13 kralı Polyphemos’un gözünü kör etti diye. Polyphemos, deniz kralı Phorkys’in kızı, deniz perisi Thoosa’dan olan oğlu Poseidon’un ki Thoosa, Poseidon’la birleşmişti oyuk mağaralarda. Bu sebeple Odysseus’u peşinen öldürmese de evine gitmesine engel olarak işkence ediyor ona. Yine de kafa kafaya verip düşünelim, dönmesi için nasıl yardımcı olabiliriz diye. Böylece Poseidon sakinleşir, zira hepimiz aynı fikirde olunca bize karşı gelmesi zor olur.”
Athena şöyle dedi: “Baba, Kronosoğlu, kralların kralı, eğer artık tanrılar Odysseus’un eve dönebileceğini söylüyorlarsa ilk önce Hermes’i, karar verdiğimizi ve dönmesi gerektiğini Kalypso’ya söylemesi için Ogygia Adası’na göndermeliyiz. Bu sırada ben de İthaka’ya gideceğim, Odysseus’un oğlu Telemakhos’un oğluna cesaret vermeye. Onu yüreklendireceğim, Akhaları toplantıya çağırması ve annesi Penelope’nin çok sayıda koyun ve öküzlerinin kökünü kurutan talipleriyle çekinmeden konuşması için. Onu Sparta ve Pilos’a sevk edeceğim, sevgili babasının dönüşü hakkında bir şeyler öğrensin diye; zira bu, insanların onun hakkında iyi şeyler söylemesini sağlayacak.”
Böyle söyleyerek bağladı ışıl ışıl parlayan altın sandaletlerini, hiç bozulmazdı, yer veya deniz üstünde rüzgâr gibi uçabilirdi onunla. Tunç temrenli, heybetli mızrağını kavradı, oldukça ağır, iri ve sağlamdı, öfkelendi mi yiğitlerin sıralarını bununla kırıp geçirirdi. Olympos’un doruklarından fırladı aşağıya doğru, hemen İthaka’ya vardı; Odysseus’un evinin giriş kapısı eşiğinde, elinde tunç bir mızrak, bir ziyaretçi, Taphosluların önderi Mentes kılığına girdi. Burada kibirli talipleri, boğazlayıp yedikleri öküzlerin postları üzerinde otururken buldu, evin önünde dama oynuyorlardı. Erkek hizmetçiler ve uşaklar koşturuyordu çevrelerinde, bazıları karma kabında şarabı suyla karıyordu, bazıları yaş süngerlerle masaları temizleyip tekrar seriyordu ve bazısı da bol miktardaki eti parçalıyordu.
Telemakhos gördü onu herkesten evvel. Talipler arasında oturuyordu umutsuzca, cesur babasını ve onları evden nasıl kovalayacağını düşünüyordu; günler geçip de tekrar evine dönseydi ve saygı görseydi keşke. Böyle kara kara düşünüp aralarında otururken Athena’yı gördü ve dosdoğru avlu kapısına gitti, zira bir yabancının kabul edilmek için bekletilmesine kızmıştı. Sağ elini tuttu ve mızrağını vermesini söyledi. “Hoş geldin evimize.” dedi. “Önce yemek ye, sonra ne için geldiğini söylersin.”
Böyle deyip yol gösterdi ve Athena da ardından gitti. İçeri girdiklerinde elindeki mızrağı alıp güçlü bir taş direğe dayalı mızraklığa koydu, bedbaht babasının mızrakları arasına ve güzelce işlenmiş, süslü bir keten örtü serdiği bir koltuğa götürdü onu. Ayakları için bir iskemle vardı ve kendisi için de yanına bir sandalye çekti, taliplerden uzaktalardı, böylece konuk bunalmazdı yemek yerken çıkardıkları gürültülerden ve saygısızlıklarından hem de babası hakkında rahat rahat soru sorabilirdi.
Sonra bir hizmetçi kadın su getirdi güzel bir altın ibrikte ve ellerini yıkamaları için gümüş bir leğene döktü suyu, yanlarına da temiz bir masa çekti. Kâhya kadın ekmek getirdi onlara ve evdeki güzel yiyeceklerden koydu önlerine, bu sırada tabak tabak her çeşit etten getirdi, et sunan ve önlerine altın kupalar koydu.
Ardından talipler geldiler içeri ve tahtlarda, koltuklarda yerlerini aldılar. Derhâl erkek hizmetçiler ellerine su döktü, halayıklar ekmek sepetleriyle dolaştılar etraflarında, uşaklar karma kaplarını şarap ve suyla doldurdular ve hepsi önlerindeki güzel yiyeceklere uzattılar ellerini. Yeteri kadar yiyip içtikten sonra, müzik ve dans istediler ziyafete renk katacak. Bir uşak Phemios’a lir getirdi, onlara şarkı söylemesi için zorladılar onu. Phemios lirine dokunup şarkı söylemeye başladığı anda, Telemakhos Athena’yla sessizce konuşmaya başladı, diğerleri duymasın diye başını yaklaştırmıştı onunkine.
“Aziz misafirim!” dedi. “Dilerim söyleyeceklerime gücenmezsin. Bedelini ödemeyenlere şarkı söylemek kolay gelir ve bütün bunlar kemikleri el değmemiş bir yerde çürüyen veya dalgalar arasında un ufak olan birinin pahasına yapılıyor. Eğer bu adamlar babamın İthaka’ya döndüğünü görselerdi, daha uzun keseler yerine, daha uzun bacakları olsun diye dua ederlerdi, zira para işlerine yaramazdı. Ama ne yazık ki, kötü kadere kurban gitti o ve insanlar bazen söyleseler de döneceğini, artık kulak asmıyoruz bunlara, bir daha hiç göremeyeceğiz onu. Haydi şimdi söyle efendi, doğruyu söyle bana, kimsin ve nereden geliyorsun? Şehrini ve ananı babanı anlat, nasıl bir gemiyle geldin, seni nasıl getirdi tayfan İthaka’ya ve hangi millettendirler, zira buraya karadan gelemezsin. Bir de söyle doğruyu ki -zira bilmek isterim- bu eve yabancı mısın, yoksa babamın zamanında burada bulundun mu? Eski zamanlarda çok ziyaretçimiz vardı, zira babamın kendisi de çok ziyaret ederdi insanları.”
Athena da karşılık verdi: “Sana gerçeği tek tek anlatacağım. Adım Mentes, Ankhialos’un oğluyum ve Taphosluların kralıyım. Buraya gemim ve tayfamla geldim, yabancı dilde konuşan adamlara gidiyorum demir yüküyle Temesa’ya doğru ve bakır götüreceğim geriye. Gemime gelince; şehirden uzakta, açık alanda durur, ormanlık Neriton Dağı eteklerindeki Rheithros Limanı’nda. Bizden önce babalarımız dosttu, yaşlı Laertes de söyleyecektir sana eğer gidip sorarsan. Ancak diyorlar ki, artık hiç şehre gelmiyormuş ve kendi başına kırlarda yaşıyormuş, sıkıntı çekiyormuş, yaşlı bir kadın bakıyormuş ona ve akşam yemeğini hazır ediyormuş, bağında başıboş dolaşıp yorgun argın geri döndüğünde. Bana babanın tekrar evde olduğunu söylediler, o yüzden geldim buraya, ancak öyle görünüyor ki tanrılar hâlâ onu alıkoyuyorlar orada, zira o hâlâ ölmedi, ama ana karada değil. Muhtemelen okyanusta sular ortasında bir adada veya onu zorla tutan vahşi adamların yanında mahkûm. Ben kâhin değilim ve kehanetlerden de pek anlamam, ama gökten içime doğanları konuşuyorum ve onun daha fazla uzakta kalmayacağına eminim, zira demirden zincirlere vursalar da bir yolunu bulup tekrar eve dönecek kadar becerikli bir adamdır. Ama anlat bana ve doğruyu söyle, Odysseus’un gerçekten böyle yakışıklı bir oğlu mu varmış? Yüzün ve gözlerin aynı onun gibi harikulade, zira biz onunla yakın arkadaştık o Truva’ya doğru yola çıkmadan evvel, Argosluların en seçkinleri de gittiler oraya. O zamandan beri, ikimiz de birbirimizi görmedik.”
“Anam, Odysseus’un oğlu olduğumu söyler.” diye cevap verdi Telemakhos. “Ama bir çocuk kendi öz babasını gerçekten biliyorsa o çocuk bilge bir çocuktur. Keşke kendi mülkü içinde kocayıp giden birinin oğlu olsaydım, zira madem sordun söyleyeyim, gök kubbe altında babam olduğunu söyledikleri adamdan daha talihsiz biri yoktur.”
Athena da şöyle söyledi: “Soyunuzun tükenmesinden korkmaya gerek yok, Penelope’nin senin gibi üstün bir oğlu varken. Ancak anlat bana ve doğruyu söyle, bu ziyafet neden yapılıyor ve bu insanlar kim? Bütün bunların manası nedir? Bir ziyafet mi verdin, yoksa biri mi evleniyor, zira hiç kimse kendi erzağını getirmemiş gibi? Hele konuklar, ne kadar azgınca davranıyorlar, ne çok patırtı yapıyorlar evin içinde, yanlarına gelen saygıdeğer bir adamı iğrendirecek kadar.”
“Sorduğun soruya gelince…” dedi Telemakhos, “Babam burada olduğu sürece biz de iyiydik ev de ama tanrılar öfkeleri yüzünden başka türlü olmasını