biçimde hassas ve sabitti. Onun elinde yumurta çırpma teli, kıyma makineleri ve oklavalar tam olarak yapmaları gerekeni yaparlardı. Onu yemek yaparken gördüğünüzde tam da ait olduğu dünyada, iyi bildiği şeylerin arasında olduğunu anlardınız. Pazar günleri okuduğu gazete ve ara sıra yaptığı ufak tefek dedikodular dışında dış dünya onun için yok sayılırdı. Babamdan daha rahat okuyabildiği ve onun aksine eskiden kısa romanlar da okumuş olduğu hâlde inanılmaz bir şekilde cahildi. Bunu on yaşımdayken bile fark etmiştim. Tabii ki de size İrlanda’nın İngiltere’nin doğusunda mı batısında mı olduğunu söyleyemezdi hatta Büyük Savaş başlayana kadar başbakanın kim olduğunun bile farkında olduğundan şüpheliyim. Dahası, bu tür şeyleri öğrenmekle ilgili en ufak bir isteği yoktu. Sonraları doğu ülkeleriyle ilgili okumaya başladığımda onların çok eşli evlilikler yaptıklarını ve kadınların üzerlerine nöbetçi dikilen siyah hadımlarla kapatıldığı gizli haremlerin olduğunu öğrendiğimde, annem bunları duysa şok olur diye düşünmüştüm. Onu duyar gibiyim; “Eee, şimdi de kadınları hapsetmek mi çıktı! Bu kimin FİKRİ acaba!” Tabii harem ağasının ne olduğunu da bilmiyordu. Ancak gerçekte hayatını bir harem dairesi kadar küçük ve kapalı bir alanda yaşıyordu. Bizim evin içinde bile hiç adım atmadığı yerler vardı. Bahçenin arkasındaki çatı katına hiç gitmemişti ve dükkâna nadiren uğrardı. Onu bir müşteriye hizmet ederken hatırladığımı hiç sanmıyorum. Neyin ne olduğunu bilmezdi ve una dönüştürülmeden buğday ve yulaf arasındaki farkı bile bilemezdi. Niye bilsin ki? Dükkân babamın işiydi, “erkek işiydi” ve hatta işin para kısmını bile çok merak etmiyordu. Onun işi, “kadın işiydi”, evi çekip çevirmek, yemek yapıp çocuklara bakmaktı. Babamı veya başka bir erkeği düğme dikerken görse sevinçten çılgına dönerdi.
Yemekler falan zamanında yapıldığı sürece bizimki her şeyin saat gibi işlediği o evlerden biriydi. Ya da yok, saat düzeneği gibi demeyelim, bu çok mekanik geliyor kulağa. Daha çok doğal bir süreçti. Ertesi sabah güneşin doğacağını bildiğin gibi her sabah kahvaltının masada hazır olacağını da bilirdin. Annem hayatı boyunca dokuzda yatıp sabah beşte uyandı ve belli etmese de geç saatlere kadar uyumanın kötü olduğunu düşünürdü; sanki yozlaşmışlık, yabancılık veya aristokrasiyi çağrıştırıyordu. Her ne kadar Katie Simmons’a ben ve Joe’yu yürüyüşe çıkarıp gezdirmesi için para verse de ev işlerinde ona yardım edecek bir kadın alma fikrine asla sıcak bakmazdı. Parayla temizlik yapacak kadının tozu kiri halının altına süpüreceğine dair sarsılmaz bir inancı vardı. Yemeklerim her zaman tam vaktinde hazırdı. Öncesi ve sonrasında dualar edilen, zarafetle sunulan muazzam yemekler; haşlanmış dana eti, köfte, biftek, Yorkshire, haşlanmış koyun eti ve kapari, domuz kafası, elmalı turta, benekli köpek ve reçel dolgulu tatlılar. Çocuk yetiştirme konusundaki fikirlerin hızla modaları geçse de çoğu hâlâ geçerliydi. Teoride çocuklar hâlâ dayak yiyor, aç karnına uyutulabiliyorlardı ve eğer sesli yemek yer, ağzınızı çok doldurur ya da “sizin için iyi” olan bir şeyi yemeyi reddeder, “karşılık verirse” masadan gönderilme ihtimali vardı. Pratikte ailemizde disiplin çok yoktu ve annem babamdan daha katıydı. Babam sık sık “Dayak cennetten çıkmadır.” dese de bize karşı çok daha zayıftı, özellikle en başından beri çetin ceviz olan Joe‘ya karşı. Sürekli Joe’ya iyi bir sopa “atacağını” söylerdi ve şu an yalan olduğunu anladığım babasının deri bir kayışla attığı korkunç darbeler hakkında hikâyeler anlatır dururdu. Joe on iki yaşına geldiğinde annemin onu zapt edemeyeceği kadar irileşmişti ve artık herkes ondan elini çekti.
O zamanlar ebeveynlerin tüm gün boyunca çocuklarına “Yapma!” demesi uygundu. Oğlunu sigara içerken, elma çalarken ya da kuş yuvalarını bozarken yakalarsa “hayatını mahvedeceğini” söyleyen adamları her yerde duyardınız. Bazı ailelerde bu dayak atmalar gerçek manada oluyordu. Saraçlık yapan ihtiyar Lovegrove, on beş ve on altı yaşlarındaki iki oğlunu bahçede sigara içerken yakaladı bir gün ve tüm kasabanın her yerinden duyulabilecek şekilde onları fena dövdü. Lovegrove çok fazla sigara içiyordu. Dayak hiç işe yaramıyor gibiydi çünkü tüm çocuklar elma çalmaya, kuş kafeslerini talan etmeye devam etti ve önünde sonunda sigaraya başladılar ama çocuklara sert davranılması gerektiği fikri hâlâ ortalıkta dolaşıyordu. Pratikte yapmaya değer her şey teorik olarak yasaktı. Anneme göre bir erkek çocuğunun yapmak istediği her şey “tehlikeli” denebilirdi. Yüzmek tehlikeliydi, ağaçlara tırmanmak tehlikeliydi, aynı şekilde kaymak, kar topu oynamak, el arabalarının arkasına asılmak, mancınık ve füze atmak hatta balık tutmak bile. Nailer, iki kedi ve şakrak kuşu Jackie hariç tüm hayvanlar tehlikeliydi. Her hayvanın size saldırmak için kendine özgü yöntemleri vardı. Atlar teper, yarasalar saçınıza girer, kulağakaçan böcekleri kulaklarınıza girer, kuğular kanat çırpışlarıyla bacağınızı kırar, boğalar fırlatır atar ve yılanlar “sokar”dı. Anneme göre tüm yılanlar sokardı ve bir penilik ansiklopediden aslında sokmadıklarını, ısırdıklarını okuduğumda bana sadece büyüklerime karşılık vermemem gerektiğini söyledi. Kertenkeleler, yavaş solucanlar, kara ve su kurbağaları ve semenderler de sokardı. Sinekler ve siyah böcekler hariç tüm böcekler sokar. Evde yediğiniz yemeklerin dışında hemen hemen tüm yiyecekler ya zehirliydi ya da “size iyi gelmez”denirdi. Çiğ patatesler ve manavdan satın almadığınız sürece mantarlar zehirliydi. Çiğ bektaşi üzümü yerseniz kolik olurdunuz ve çiğ ahududu ciltte kızarıklık yapardı. Yemekten sonra banyo yapılırsa kramptan ölürdünüz, başparmağınız ve işaret parmağınız arasını keserseniz çeneniz kitlenirdi ve ellerinizi yumurta kaynatılmış suda yıkadıysanız siğilleriniz olurdu. Neredeyse dükkândaki her şey zehirliydi, bu yüzden annem girişe kapı koymuştu. Yaş pasta zehirliydi, tavuk mısır da öyle, hardal tohumu ve Karswood kümes hayvanı baharatı da. Tatlı zararlıydı ve öğün arası atıştırmak da iyi değildi ancak ilginçtir ki annemin öğün aralarında yememize izin verdiği şeyler vardı. Erik reçeli yaparken tepede biriken şurup kısmından yememize izin verirdi, biz de karnımız ağrıyana kadar yerdik. Neredeyse dünyadaki her şey, ya zehirli ya da tehlikeliyken bazı şeylerin gizemli erdemleri vardı. Çiğ soğan her şeye şifaydı. Boğazın şiştiyse boyna sarılan bir çorap şifaydı. Bir köpeğin içme suyundaki kükürt tonik görevi görürdü, yaşlı Nailer’ın kapı arkasındaki kâsesinin içinde bir parça kükürt yıllarca orada durdu ve hiç çözülmedi.
Saat altıda çay içerdik. Saat dört olduğunda annem ev işini bitirmiş olur, saat dört ile altı arası bir bardak çayla birlikte gazetesini okurdu. Doğrusunu isterseniz pazar günleri hariç kolay kolay gazete okumazdı. Hafta içi gazetelerde günün haberleri vardı ve sadece ara sıra bir cinayet haberi olurdu. Ancak pazar gazetelerinin editörleri insanların cinayetlerin güncel olup olmadığına gerçekten aldırmadıklarını fark etmişlerdi ve ellerinde yeni bir cinayet olmadığında eski bir cinayeti araya karıştırırlardı, bazen Dr. Palmer ve Bayan Manning cinayetleri kadar geriye giderlerdi. Sanırım anneme göre Aşağı Bin-field dışındaki tüm yerler sürekli cinayetlerin işlendiği yerlerdi. Cinayetlerin onun için korkunç bir çekiciliği vardı çünkü sürekli söylediği gibi insanların nasıl bu kadar kötü olabileceğine inanamıyordu. Eşlerinin boğazını kesenler, babasını betona gömenler, bebekleri kuyulara atanlar! Bir insan nasıl böyle şeyler yapabilirdi! Karındeşen Jack efsanesi annemle babam evlendiği sıralar olmuştu ve her gece dükkân camlarına çizdiğimiz büyük ahşap kepenkler o tarihten kalma. Dükkân pencerelerine takılan kepenklerin modası geçiyordu, ana caddedeki çoğu dükkânda yoktu ama annem onların arkasında kendini güvende hissediyordu. Öteden beri Karındeşen Jack‘in Aşağı Binfield’de olduğuna dair içinde korkunç bir duygu olduğunu söylüyordu. Crippen cinayeti vakası, bu yıllar sonraydı, neredeyse ben büyüdükten sonra, onu çok üzmüştü. Onun sesini şu an duyabiliyorum; “Zavallı karısını temizleyip kömürlüğe gömmüş! Nasıl aklına gelir bu FİKİR! O adamı elime bir geçirebilsem