çapalamanın zamanı gelmişti. Bir süt dükkânına girmek aklıma nereden düşmüştü bilmiyorum. Genelde kaçındığım yerlerdendir. Biz haftada beş ila on paunt kazananlar Londra’daki yemek mekânlarından iyi hizmet almıyoruz. Bir öğün için harcayacağınız miktar bir paunt üç kuruşsa, yiyebilecekleriniz, ya Lyons, Ekspres Mandıra, ABC ya da salon barda size sundukları cenaze atıştırmalıklarından biridir; bir bardak acı ve soğuk pasta dilimi, o kadar soğuk ki biradan daha soğuk. Dışarıdaki çocuklar akşam gazetelerinin ilk baskılarını bağırıyorlardı.
Parlak kırmızı tezgâhın arkasında uzun beyaz şapkalı bir kız, bir buz kutusuyla uğraşıyordu ve arkalarda bir yerlerde radyo tiz bir sesle ince ince çalıyordu. İçeri girerken “Buraya ne halt etmeye geliyorum?” diye düşündüm. Bu tarz yerlerin beni aşağı çeken bir atmosferi var. Her şey şık, parlak ve modern; nereye baksanız aynalar, emaye ve krom plakalar. Dekorasyona bir sürü masraf edilmiş ama yiyeceklere değil. Gerçek yiyecek hiç yok. Sadece Amerikan isimleri olan şeylerin listeleri, tadamayacağınız ve varlığına neredeyse inanamayacağınız türden hayalet şeyler. Her şey ya bir kartondan veya bir tenekeden çıkar, bir buzdolabından çıkarılır ya da bir musluktan fışkırır veya bir tüpten sıkılır. Rahatlık yok, mahremiyet yok. Oturmak için uzun tabureler, yemek için bir tür dar çıkıntı, etrafınızda aynalar. Radyonun gürültüsüyle karışmış bir tür propaganda, yiyeceğin önemi yok, konforun önemi yok; pürüzsüzlük, parlaklık ve modernlik dışında hiçbir şeyin önemi yok. Bugünlerde her şey parlak, Hitler’in sizin için sakladığı kurşun bile. Büyük bir kahve ve birkaç sosis sipariş ettim. Uzun beyaz kepli kız istediklerimi önüme fırlattı; bir süs balığına yem verir gibiydi.
Kapının dışında bir gazeteci çocuk “Starnoosstannerd!” diye bağırdı. Dizlerine çarptığı posteri gördüm: BACAKLAR. TAZE KEŞİFLER. Fark ettiyseniz sadece “bacaklar”. Mesele o dereceye indirgenmişti. İki gün önce, bir demir yolunun bekleme odasında kahverengi kâğıt bir paket içinde bir kadının bacaklarını bulmuşlardı ve gazetelerin ardışık baskılarında tüm ulusun bu lanet olası bacaklarla o kadar tutkuyla ilgilenmesi gerekiyordu ki daha fazla tanıtıma ihtiyaçları yoktu. Şu anda haberi yapılan tek bacak onlardı. Dürümümden bir parça alırken bunun çok tuhaf olduğunu düşündüm, bugünlerde katiller pek sıkıcı. Milleti kesip parçalarını sağda solda bırakıyorlar. Eski ev içi zehirlenme dramlarının yanından bile geçemezler; Crippen, Seddon, Bayan Maybrick, gerçek şu ki sizi cehennemde kızartacağına inanmadığınız bir cinayet işlemediğiniz sürece iyi bir katil değilsinizdir.
O anda sosislerimden birini ısırdım ve… Tanrı’m!..
Dürüstçe söylemek gerekirse bu şeyin hoş bir tada sahip olmasını beklemiyordum. Tüm dürümler gibi tatsız tuzsuz olmasını beklerdim. Ama bu, bu oldukça korkunç bir deneyimdi. Dur bir deneyip size anlatayım. Sosisli sandviçin kauçuk bir cildi var ve elbette benim geçici dişler pek uygun değil. Dişlerimi kabuktan geçirmeden önce bir tür testere hareketi yapmam gerekiyor. Ve aniden, pat! O şey, çürük armut gibi ağzımda patladı. Dilimin her tarafına korkunç yumuşak bir şey sızdı. Ama tadı! Bir an inanamadım. Sonra dilimi tekrar yuvarladım ve bir kez daha denedim. BALIK! Balıkla dolu bir sosis, adına frankfurter dedikleri bir şey! Kahvenin tadına bile bakmadan çıktım oradan. Kim bilir onun tadı nasıldı.
Dışarıda gazeteci çocuk Standardı yüzüme doğru havalandırdı ve “Bacaklar! Korkunç ifşaatlar! Tüm kazananlar! Bacaklar! Bacaklar!” diye bağırıyordu. Ağzımdaki şeyi hâlâ dilimde dolandırıyor, nereye tükürebileceğimi düşünüyordum. Almanya’daki her şeyin başka bir şeyden yapıldığı bu gıda fabrikaları hakkında gazetede okuduğum bir şeyi hatırladım. Ersatz diyorlar adına. ONLARIN balıktan sosis ve şüphesiz farklı bir şeyden balık yaptıklarını okuduğumu hatırladım. Bana modern dünyayı ısırdığım ve gerçekte neyden yapıldığını keşfettiğim hissini verdi. Bugünlerde böyleyiz. Her şey şık ve akıcı, her şey başka bir şeyden yapılmış. Selüloit, kauçuk, krom-çelik her yerde. Bütün gece yanan ark lambaları, başınızın üzerinde cam çatılar, hepsi aynı melodiyi çalan radyolar. Bitki örtüsü kalmadı, her şey çimentodan, üstünde meyve olmayan meyve ağaçlarının altında otlayan sahte kaplumbağalar. Ama pirinç çivilere indiğinizde ve dişleriniz sert bir şeye dokunduğunda, örneğin bir sosise, elde ettiğiniz şey budur. Kauçuk deri içinde çürük balık. Ağzınızın içinde patlayan pislik bombaları.
Yeni dişlerim takılınca çok daha iyi hissettim. Diş etlerimin üzerine güzel ve pürüzsüz bir şekilde oturdular. Takma dişlerin sizi daha genç hissettirdiğini söylemek çok saçma gelse de bunu yaptıkları bir gerçek. Bir vitrinde kendime gülümsemeyi denedim. Fena değillerdi. Her ne kadar ucuz olsa da Warner aslında bir sanatçı sayılır ve sizi diş macunu reklamındaki adamlar gibi göstermeyi amaçlamıyor. Sahte dişlerle dolu kocaman dolapları var, bir kere bana hepsini gösterdi, hepsi boy ve renklerine göre ayrılmış ve onları kolyeye boncuk seçer gibi seçiyor. On kişiden dokuzu doğalını seçeceğine benim dişlerimi alırdı.
Geçtiğim diğer pencerelerden birinde kendimi gördüm yine, aslında o kadar da kötü bir fiziğim yok. Hafif kilolu, kabul ama abartılacak bir şey yok, terzilerin “balıketli” diye tabir ettiklerinden, üstelik bazı kadınlar kırmızı yanaklı erkeklerden hoşlanıyor. Yaşlı kurtta hâlâ iş var, diye düşündüm. On yedi papelimi hatırladım ve bu parayı kesinlikle bir kadınla yemeye karar verdim. Barlar kapanmadan sadece dişleri vaftiz etmek için bir bardak içmek gerekiyordu. On yedi papel bana kendimi zengin hissettirmişti, bu yüzden hemen bir tütüncünün önünde durdum ve kendime hep almak istediğim o altı penilik purodan aldım. Sekiz inç uzunluğunda ve hepsi garantili saf Havana yaprağı.
Bardan çıktığımda kendimi oldukça farklı hissediyordum.
Birkaç bardak içmiştim, beni içten ısıtmışlardı ve yeni dişlerimin etrafından sızan puro dumanı bana taze, temiz, huzurlu bir his veriyordu. Birdenbire kendimi biraz düşünceli ve felsefi hissettim. Kısmen yapacak işim olmadığı içindi. Zihnim o sabah erken saatlerde bombardıman uçağının trenin üzerinden uçarken düşündüğüm savaş düşüncelerine geri döndü. Bir tür kehanet havasında hissettim, dünyanın sonunu öngördüğünüz ve keyfini çıkardığınız ruh hâli.
Sahil boyunca batıya doğru yürüdüm, hava soğuktu ama puromun tadını almak istiyordum, hiç acele etmedim. Her zamanki olağan kalabalık kaldırımda akıyordu, hepsinin yüzünde Londra sokaklarında görmeye alışık olduğumuz o sabit ifade vardı, öte yandan arabaların arasından geçen büyük kırmızı otobüsler, kükreyen motorlar ve kornaların çalındığı olağan trafik sıkışıklığı. Ölüleri bile uyandırmaya yetecek bir gürültü ama bu gruba kâr etmez, diye düşündüm. Uyurgezer bir şehirde uyanık tek kişi benmişim gibi hissettim. Elbette bu bir yanılsama. Bir yığın kalabalığının içinden geçtiğinizde, bunların hepsinin balmumu işi olduğunu düşünmemek imkânsızdır ama muhtemelen onlar da sizin için aynı şeyi düşünüyorlardır. Bugünlerde içime doğmaya devam eden bu kâhince duygu, savaşın yaklaştığı ve savaşın her şeyin sonu olacağı duygusu bana özgü değil. Aşağı yukarı hepimizde var. O anda yanımdan geçen insanlardan bazıları bile muhakkak patlayan patlayıcılar ve sıçrayan çamurlar hayal ediyordur. Her ne düşünürseniz düşünün, aynı şeyi düşünen bir milyon insan daha vardır. Bense sanki hepimiz yanan güvertedeymişiz de benden başka kimse bilmiyor gibi hissediyordum. Geçip giden aptallaşmış yüzlere baktım, Şükran günü yaklaşırken başına geleceklerden habersiz hindiler gibiydi hepsi. Sanki gözlerimle röntgen çekiyordum ve yürüyen iskeletleri görebiliyordum.
Birkaç yıl ilerisini düşündüm. Savaş başladıktan beş yıl ya da üç yıl sonra -1941 için rezerve edildiğini söylüyorlar- bu caddeyi hayal ettim.
Hayır, her