Джордж Оруэлл

Boğulmamak İçin


Скачать книгу

sanırım Brookes&Scatterby adı altında tuğlalar, kiremitler, kapılar, pencere çerçeveleri, kum, çimento ve cam satıyorlar. Başka bir takma adla, kendilerine kereste, kapı ve pencere çerçeveleri de sattıklarını öğrensem pek şaşırmam. Ayrıca -ki bu gerçekten önceden tahmin etmiş olabileceğimiz bir şey olsa da yine de keşfettiğimizde hepimizi hayrete düşürdü- Neşeli Kredi her zaman verdiği sözleri tutmaz. Ellesmere Sokağı inşa edildiğinde Platt’in Çayırları olarak bilinen açık bir alan vaadinde bulundular; harika bir şey değil ama çocukların oynaması için iyi. Resmî hiçbir şey yoktu ama Platt’in Çayırlarına hiçbir zaman bir şey inşa edilmeyeceği hep biliniyordu. Ancak Batı Bletchley büyüyen bir mahalleydi, Rothwell’in reçel fabrikası 28 senesinde kuruldu, Anglo-Amerikan Tüm Çelik Bisiklet fabrikası 33 yılında açıldı ve nüfusun artmasıyla birlikte kiralar da zamlanıyordu. Sir Herbert Crum veya Neşeli Kredi’nin büyük başlarından hiçbirini kanlı canlı görmesem de hepsinin ağzının sulandığını hayal edebiliyordum. Aniden inşaatçılar geldi ve Platt’in Çayırlarına binalar dikilmeye başladı. Hesperideslerden bir feryat koptu ve kiracılar savunma derneği kuruldu. Ne fayda! Crum’un avukatları bizi beş dakikada yerle bir etmişti ve Platt’in Çayırlarına binalar inşa edilmişti. Ama Crum’un baronluğunu hak ettiğini bana hissettiren gerçek ince dolandırıcılık, zihinsel olanıdır. Sırf evlerimizin mülkiyetine ve “ülkede bir hisseye” sahip olduğumuz yanılsaması yüzünden Hesperides’de ve tüm bu tür yerlerde biz zavallı ahmaklar, sonsuza kadar Crum’un sadık kölelerine dönüştürülürüz. Hepimiz saygın ev sahipleriyiz. Yani Toriler, evet insanız ama dalkavuk cinsinden. Altın yumurtlayan tavuğu kesmeye sakın kalkışmayın! Ve aslında ev sahibi olmadığımız gerçeği, evlerimizin taksitlerini yarılamış olmamız ve son ödemeyi yapmadan önce korkunç bir şey olabileceğine dair endişemize yenilmiş olmamız etkiyi sadece arttırıyor. Hepimiz satıldık ve dahası, kendi paramızla satın alındık. O zavallı ezilmiş piçlerin her birinin, Belle Vue denen tuğla bebek evine iki katını ödemek için canı çıkıyor, çünkü manzarası yok ve zil çalmıyor, oysa bu zavallı enayilerin her biri, ülkesini Bolşevizm’den kurtarmak için savaşta ölmüş olacaklar.

      Walpole Sokağı’ndan dönüp ana caddeye geçtim. 10.14’te Londra treni var. Tam Altıpeni Pazarı’ndan geçiyordum ki sabah yeni jilet almam gerektiğiyle ilgili hatırlatma geldi aklıma. Sabun reyonuna geldiğimde, reyon müdürü ya da işte tam görevi neyse, reyon sorumlusu kıza küfür ediyordu. Genelde sabahın o saatinde Altıpeni Pazarı’nda pek kimseler olmaz. Bazen açılma saatinden hemen sonra gittiğinizde günün geri kalanı için akılları başlarına gelsin diye tüm kızların sıraya girmiş, sabah küfürlerini işittiklerini görürsünüz. Bu büyük zincir mağazaların alay ve taciz gibi özel güçleri olan adamları olduğunu söylüyorlar, her şubeye ara ara gönderilip kızları haşlıyorlar. Reyon müdürü tıknaz, dar omuzlu ve gri bıyıklı küçük bir şeytandı. Belli ki kasadaki açık yüzünden ona saldırmıştı ve üstüne gitmeye devam ediyordu.

      “Ne, olamaz! Çünkü sayamadın! Sayamadın mı? Çok sıkıntı olacak bu. Olamaz!”

      Gayriihtiyari kızla göz göze geldim. Azar işittiği bir esnada şişman, orta yaşlı, kırmızı suratlı bir herifin ona bakması hoş değildi. Hemen başımı çevirdim ve diğer reyonda perde düğmesi gibi bir şeylerle ilgileniyormuşum gibi yaptım. Adam tekrar gürledi kıza. Helikopter böceği gibi arkasını dönüp giderken aniden vazgeçip, geri dönüp tekrar bağırıyordu.

      “Sayamazdın çünkü değil mi? İki kuruş açığımızın olması SENİN umurunda mı? Hiç değil! İki kuruş senin için ne ki? Gidip kasada doğru düzgün sayamaz mıydın? Hayır! Senin rahatından başka hiçbir şey önemli değil. Başkalarını hiç düşünmezsin sen değil mi?”

      Bu beş dakika boyunca böyle sürdü ve mağazanın diğer köşesinden bile duyuluyordu. Sürekli gidecekmiş gibi yapıp aniden geri gelip, bir tur daha kızı paylıyordu. Biraz daha uzaklaşınca bir göz attım ikisine. Kız on sekiz yaşlarında, hafif kilolu ve aylak yüzlüydü; zaten para üstünü tam tutturamayacak bir tipi vardı. Soluk pembeye dönmüştü ve kıvranıyordu, gerçekten acıyla kıvranıyordu. Sanki onu kırbaçlıyorlardı. Diğer reyonlardaki kızlar duymuyormuş gibi yapıyorlardı. O çirkin, sert yapılı küçük bir şeytandı; göğsünü dışarı çıkaran ve ellerini smokin kuyruğunun altına koyan horoz gibi bir adam, boyu biraz daha uzun olsa başçavuş olabilecek tiplerden. Bu zorbalık işleri için hep kısa boylu erkekleri seçtiklerini fark ettiniz mi? Daha iyi bağırmak için yüzünü, bıyıklarını falan neredeyse onunkine yapıştırıyordu. Ve kız kıpkırmızı, kıvranıyordu.

      Sonunda yeterince konuştuğuna karar verdi ve çeyrek güvertedeki bir amiral gibi bir çalımla gitti, bense tıraş bıçağını ödemek için tezgâha geldim. Adam söylediği her kelimeyi duyduğumu biliyordu, kız da öyle ve ikisi de benim bildiğimi biliyordu. Ama en kötüsü, benim hatırıma, hiçbir şey olmamış gibi davranması gerekiyordu. Öte yandan bir tezgâhtar kız, erkek müşterilere gereken soğukkanlı mesafeli tavrı her şeye rağmen korumalıydı. Bir hizmetçi gibi azarlandığı görüldükten yarım dakika sonra yetişkin genç bir hanımefendi gibi davranmak zorundaydı. Yüzü hâlâ kıpkırmızıydı ve elleri titriyordu. Para üstü isteyince kasadan bozuklukları karıştırmaya başladı. Sonra reyon müdürü küçük şeytan bize döndü, ikimiz de tekrar başlayacak sandık. Kız kırbacı gören bir köpek gibi titredi. Bir yandan göz ucuyla da bana bakıyordu. Azarlandığına şahit olduğum için o şeytan kadar benden de nefret ettiğini görebiliyordum. Tuhaf!

      Tıraş bıçağımı aldım. “Neden katlanıyorlar?” diye düşündüm. Sırf korkudan tabii ki. Bir karşılık ver, hemen atılırsın. Her yerde durum aynıdır. Bazen uğradığımız zincir marketlerde bana hizmet eden delikanlıyı düşündüm. Gül gibi yanakları ama kocaman ön kolları ve yirmi kişilik bir yumrusu olan, aslında bir demirci dükkânında çalışması gereken yirmi yaşında bir genç. İşte orada, üstünde beyaz ceketi, kasanın önünde iki büklüm olmuş, ellerini ovuşturuyor; “Evet efendim! Çok doğru efendim! Havalar çok iyi gidiyor efendim! Bugün size nasıl hizmet edebilirim efendim?” Resmen kıçına tekme atmanı istiyor. Müşteri her zaman haklıdır. Yüzünde gördüğünüz şey, onu küstahlıkla suçlayıp işten atılmasına neden olabileceğinize dair ölümcül bir korku. Ayrıca şirketin teftiş için gönderdiği birisi olmadığınızı nereden bilsin? Korku! İçinde yüzüyoruz. Bizim bir parçamız. İşini kaybetmekten korkmayan herkes savaştan, faşizmden, komünizmden veya başka bir şeyden korkuyor. Yahudiler, Hitler’i düşününce terliyor. O dikenli bıyıklı küçük piçin, muhtemelen işi için kızdan daha korkmuş olduğu aklıma geldi. Kesin bir aile desteği var. Ve belki de evinde, arka bahçesinde salatalık yetiştiren, karısının üstüne oturmasına, çocuklarının bıyıklarını yolmasına izin veren bir kılıbığın teki. Aynı şekilde, bir İspanyol Engizisyoncusu veya Rus Ogpusu’ndaki bu üst düzey kişiler hakkında, özel hayatta çok iyi bir adam, kocaların ve babaların en iyisi, uysal kanaryasına adanmış olduklarını illaki okursunuz.

      Sabun reyonundaki kız, ben oradan ayrılırken arkamdan bakıyordu. Elinden gelse beni öldürürdü. Gördüklerim yüzünden benden nasıl da nefret ediyordu! Reyon müdüründen nefret ettiğinden çok, benden ediyordu.

      3

      Havada alçaktan uçan bir bombalama uçağı vardı. Bir iki dakikalığına trene ayak uyduruyor gibiydi. Eskimiş paltolu iki kaba herif, belli ki en düşük türün tüccarlarından, muhtemelen gazete propagandacıları, karşımda oturuyordu. Biri Mail, diğeri de Express okuyordu. Tavırlarından kendilerinden biri olduğumu fark ettiklerini görebiliyordum. Vagonun diğer ucunda iki avukat kâtibi, bir sürü yasal saçmalıktan bahsedip bizlere aslında sürüden ayrı olduklarını kanıtlamaya çalışıyordu.

      Geçip