iyice sıkıldığında ateşin başında bekleyen yaşlı bir Çingene gibi ellerini göğsüne bağlayıp omuzlarını katlamak gibi bir numarası var. Hayatta en iyi becerisi, olabilecek felaketleri öngörmek olan insanlardandır. Tabii sadece küçük felaketler. Savaşlar, depremler, salgın hastalıklar, kıtlık ve devrim gibi şeyler ilgisini çekmez onun. Tereyağı zamlanıyor, gaz faturası çok yüksek ya da çocukların botları eskidi, radyonun ödenecek bir taksiti daha var; bunlar Hilda’nın teraneleri. Benim bütün bunlardan çıkardığım sonuç; onun bu huzursuzlanmalardan, kollarını kavuşturmuş, ileri geri sallanıp surat asmalardan gizli bir zevk aldığıdır. “Ama George bu çok ciddi! Ne yaparız bilemiyorum! Para nereden bulunacak! Durumun ciddiyetinin farkında değilsin!” Falan filan! Kafasında, sonunda düşkünlerevini boylayacağımıza dair sabit bir fikir var. İşin garibi, günün birinde gerçekten böyle bir şey olsa Hilda, bunu benim kafaya taktığımın yarısı kadar takmaz. Hatta o güvende olma duygusundan hoşlanabilir bile.
Çocuklar yıldırım hızıyla banyo yapmış, giyinmiş ve aşağı inmişlerdi. Kahvaltı masasına indiğimde aralarında “Evet, sen yaptın!” “Hayır, ben yapmadım!” “Evet, yaptın!” “Hayır, yapmadım!” makamında bir tartışma devam ediyordu ve ben durdurmasam tüm sabah devam edecek gibiydi. Sadece ikisi var, Billy yedi yaşında ve Lorna on bir yaşında. Çocuklara karşı sahip olduğum bu duygu biraz tuhaf. Çoğu zaman onları görmeye tahammül edemem. Hele konuşmalarına dayanmak çok zor. Bir çocuğun zihninin cetveller, kalem kutuları ve Fransızcadan en iyi notları kimin aldığı gibi basit şeylerle meşgul olduğu o korkunç çağdalar. Bazı zamanlar ise özellikle onlar uykudayken, bambaşka duygular hissederim. Bazı yaz akşamları hava henüz tam kararmamışken, karyolalarının başında durup, uyuyuşlarını, benimkinden bir ton açık sarı saçlarını ve yuvarlak yüzlerini seyredip İncil’de okuduğum o derinden hissedilen şefkate benzer duygular hissettiğim olmuştur. Böyle zamanlarda, kendimi beş para etmeyen kurumuş tohum kabuğu gibi hissederim ve tek görevimin, bu çocukları dünyaya getirip onları beslemek olduğunu düşünürüm. Bu sadece o anlar içindir, çoğu zaman varoluşumun çok önemli olduğu düşüncesine kapılırım. İleride güzel günlerin olduğunu ve hâlâ bu yaşlı kurdun işinin bitmediğini düşünür kadınlar ve çocuklar tarafından aşağı yukarı kovalanan bir tür evcil süt ineği olmak düşüncesi bana çekici gelmez.
Kahvaltıda pek konuşmadık. Hilda yine “Biz şimdi ne yapacağız?” modundaydı, hem tereyağı fiyatları yükselmiş hem de Noel tatili neredeyse bitmek üzereydi ve geçen dönemden kalan ödenmesi gereken beş paunt taksit duruyordu. Haşlanmış yumurtamı yedim ve ekmeğime biraz Golden Crown marka reçel sürdüm. Hilda bu reçeli almakta ısrarcıdır. Fiyatı bir paunt, bir buçuk penidir ve etiketinde yazılabilecek en küçük yazıyla “bir miktar doğal meyve suyu” içerdiği yazar. Bazen Hilda sinirlenene kadar bu doğal meyvelerin nerede yetiştikleri ve neye benzediklerini konuşurum. Ona takılmam onu rahatsız etmez aslında, sadece tuhaf bir şekilde, para ödediğimiz herhangi bir şeyle ilgili şaka yapmamızın ahlaksızlık olduğunu düşünür.
Gazeteye göz attım ama dikkat çeken bir haber yoktu. İspanya’da ve ta Çin’de bir yerlerde insanlar her zamanki gibi birbirini öldürüyordu, kadının birinin kopmuş bacağı bir tren istasyonunun bekleme salonunda bulunmuştu ve Zog Kralı’nın düğünüyle ilgili birkaç haber daha yazıyordu. Sonunda, saat on civarı, düşündüğümden de daha erken kasabaya doğru yola çıktım. Çocuklar parkta oynamak üzere evden çıkmışlardı. Hava müthiş açıktı o sabah. Kapıdan adımı atar atmaz sabunlu ensemde rüzgârı hissetmemle birlikte kıyafetlerimin üstüme dar geldiğini, vücudumun geri kalan kısımlarının da hâlâ yapış yapış olduğunu farkettim.
2
Yaşadığım sokağı biliyor musunuz; Ellesmere Sokağı, Batı Bletchley? Burayı bilmiyorsanız bile buna benzeyen en az elli sokak biliyorsunuzdur.
Bu sokakların iç-dış tüm kenar mahalleleri nasıl kokuttuğunu bilirsiniz, hepsi aynıdır. Yarı müstakil küçük evler uzun uzun, sıralı dizilidir, Ellesmere’de kapı numaraları 212’ye kadardır ve bizimki de 191’dir, bu evler meclis binaları gibi birbirine benzer ve birbirinden çirkindirler. Sıva cephe, kreozotu kapılar, özel çit ve yeşil ön kapı, Laureller, Myrtlelar, Hawthornlar, Mon Abriler, Mon Reposlar, Belle Vuelar… Elli evden birinde muhtemelen sonu ıslah evinde bitecek biri, evinin kapısını yeşil yerine maviye boyamıştır.
Boynumdaki yapış yapış his moralimi bozmuştu. Boynunuzdaki yapışkan his sizi nasıl kötü bir ruh hâline sokar merak konusu. Sanki bütün yaşam enerjimi alıyordu, tıpkı kalabalığın ortasında ayakkabının birinin ayağından çıktığını fark etmek gibi. O sabah kendimle ilgili hiçbir yanılsamam yoktu. Sanki uzak bir mesafede durup kendimi şişman kırmızı suratımla, takma dişlerim ve kaba giysilerimle yoldan aşağı giderken izleyebilirdim. Benim gibi bir adamın bir beyefendi gibi görünmesi mümkün değil. Beni kilometrelerce öteden gören biri sigorta işinde olduğumu tahmin edemese de bir satış elemanı olduğumu bilir. Giydiğim kıyafetler neredeyse bu kabilenin üniformasıdır. Gri balıksırtı takım elbise, elli şilinlik mavi bir palto, melon şapka, eldiven yok… Benim de komisyonla bir şeyler satan insanlara özgü bir görünümüm var; adi, küstah bir görüntü. En iyi anlarımda, yeni bir takım elbisem olduğunda ya da puro içtiğimde, bir bahisçi ya da gazeteci olduğum düşünülebilir, en kötü anımdaysa müşteri çekmeye çalışan yapışkan elektrikli süpürge satıcısı gibi görünürüm ama normal zamanlarda doğru tahmin edebilirsiniz. Beni görür görmez “Haftada en fazla beş ila on sterlin kazanıyordur.” diyebilirsiniz. Ekonomik ve sosyal olarak Ellesmere Sokağı’nın ortalama seviyesindeyim.
Sokakta benden başka kimsecikler yoktu. Erkekler 08.21 trenine yetişmiş, kadınlar gaz sobalarının başında onları yakmakla uğraşıyordu. Kendine dönecek zamanın varsa ve doğru ruh hâlindeysen, bu kenar mahallelerden yürürken orada yaşanan hayatları düşünmek, içinden güldürür insanı. Çünkü Ellesmere Sokağı’nda bir yol nasıldır ki? Sıra sıra parmaklıkları olan bir hapishanedir. Zavallı haftalık beş ya da on pauntlukların başlarında kuyruğunu sallayan bir patron, kâbus gibi bir kadın ve kanlarını vampir gibi emen çocukların karşısında titreyip durdukları bir dizi yarı kenarlı işkence odaları. İşçi sınıfının çektikleriyle ilgili söylenen bir sürü saçmalık var. Bu işçi takımına ben de çok acımıyorum. Siz hiç işten atılma korkusu olan bir amele gördünüz mü? İşçi adam, fiziksel olarak acı çeker ama çalışmadığı sürece özgürdür. Ama şu küçük sıvalı kutuların bazılarında öyle işe yaramaz herifler vardır ki patronunu bir kuyuya fırlatıp üstünü kömürle kapladığı bir rüyayı gördüğü derin bir uykuda değilse asla özgür değildir.
Bizim gibi insanlarla ilgili en temel sorun, dedim kendi kendime, kaybedeceğimiz bir şeylerimizin olduğunu sanmamızdır. Mesela, Ellesmere Sokağı’nda yaşayan her on kişiden dokuzu, oturduğu evi kendine ait sanıyor. Ellesmere Sokağı ve onu çevreleyen tüm mahalle, ana caddeye varana kadar, Neşeli Kredi Binası Derneğinin mülkü olan Hesperides Malikânesi adı verilen devasa bir haracın parçası. Sanırım modern zamanların en akıllıca haraç kesme şekli topluluk kurmak. İtiraf ediyorum, benim hatam sigortacılık, evet bu da bir dolandırıcılık ama en azından kartların açık oynandığı bir dolandırıcılık. Ama topluluk kurmanın güzelliği kurbanların senin onlara bir iyilik yaptığını sanıyor olmaları. Sen onlara tekme atarsın, onlar tekmelediğin ayaklarını yalar. Bazen, Hesperides Malikânesinin, inşaat toplulukları tanrısı adına devasa bir heykelle çevrildiğini hayal ederim. Tuhaf bir tanrı olurdu. Bu arada biseksüel bir tanrı olurdu. Üst gövdesi genel müdür, alt gövde karnı burnunda bir eş. Bir elinde devasa bir anahtar taşırdı -iş yerinin anahtarı tabii ki- ve diğer elinde şu içlerinden hediyeler çıkan Fransız kornosu gibi şeylerden; içinden portatif radyolar,