Ахмет Мидхат

Gönüllü


Скачать книгу

asılı olan şeyleri tamamıyla gördüğü gibi bu duvarların içinde kendisine şöyle bir hâl, şöyle bir âlem daha görünüyor. Bunun daha garibini mi istersiniz? Bir aralık Recep Köso, bu kadının da bu katilin de kim olduklarını bile anladı. Kadın Filomene’dir. O sevgili Filomene. Katil de Andrea Kostopolo’dur. O hain Andrea Kostopolo! Yalnız Filomene’in müdafaası uğrunda böyle fedayı canı göze aldırmakta bulunduğu delikanlının kim olduğunu bilemiyor.

      Durumu olduğu gibi tasvir için söylemeye mecbur olduğumuz şu sözler, epeyce bir zamandır söylenip duruyorlar idiyse de Recep Köso’nun, gözleri önünde peyda olan bu hayallerin o kadar geniş bir zamanda geçtiğini zannetmeyiniz. Gerçi geçen bu zaman Recep’in de o hâline göre bin yıllık bir zaman imiş gibi geliyorsa da hakikatte bu hayaller iki üç dakika kadar ancak sürebilmiştir. Zira değirmen tarafında ötmeye başladıklarını haber verdiğimiz horozlar henüz ötmelerini bitirmemişlerdi ve hâlâ ötmeye de devam ediyorlardı. Bu hâle mukabil Recep4 Köso’dan başka birisi olsaydı kim bilir ne kadar korkardı. Bunu cin veya şeytan hareketlerine yorarak ihtimal ki aklını bile bozardı. Emsali de nadir değildir ya? Ne başkalarına bu gibi olayların emsali nadirdir ne de bunların mahiyetleri ne olduğunu bilemeyip de türlü dertlere düçar olmuş bulunanların emsali nadirdir. Özellikle Rumeli’de ki bizim buralarda mevcut olan cin, peri, evliya falan rivayetleri tamamıyla mevcut olduktan fazla, oralarda bir de “vampir” evhamı hüküm sürer. Güya vefat edenlerden birisi kabrinde cadı olurmuş. Bu cadılık hâli etsiz, kemiksiz, yalnız içi kan dolu bir tulumdan ibaret kalmak gibi bir hâlmiş. Geceleri cadı kabrinden çıkarak evleri dolaşır, türlü zararlar verirmiş. Bu cadıları tekrar öldürmek sanatına vâkıf adamlar da bulunarak mahallelinin müsaadesi veyahut cemaatlerin muvafakati ile bunlar o vefat edenin mezarlarına giderler ve kıpkırmızı kızarıncaya kadar kızdırılmış olan uzun bir demir çubuğu mezara saplayıp, içindeki cadıyı bu suretle bir daha öldürürler de halkı bunların eza ve cefasından kurtarırlar.

      Ne o? Gülüyor musunuz? Üsküp taraflarında böyle bir olayı mahallî bir gazete yazmıştı da İstanbul basını da nakledip yayınlatmıştı. Halk buna böylece inanır ya? Siz ona bakınız. Fakat Recep Köso’nun taşralılık hâliyle beraber basının yazması sayesinde öğrenmiş olduğu hikmetli fikirler, bu hayallerin hakikatini adamcağıza hatırlattı. Bildirdi ki bu bir kâbustur. Avamın lisanında buna “ağırlık basmak” denilen bir hâldir. Bu hâlin fizyolojik sebeplerini tıp ve tabipler tayin edemiyorlar. Kimisi kana, kimisi damarlara ait bir hâl olduğunu söylüyorlar ise de buna dair ikna edici bir cevap da henüz veremiyorlar. Hele buna henüz uykuya varmaksızın uyku ile uyanıklık arasında gerçekleşen bir rüyadır diyenler tümüyle yalan söylüyorlar. Rüyada bu sıkıntılar, bu bunaltıcı hâller olur mu? Gerçi uyku ile yakaza arasında bazı rüyalar görülür ise de onlar pek kısa ve süreksiz şeylerdir. İnsanın pek yakında meşgul olduğu bazı suretler şöyle gözleri önünden gelip geçiverirler. Kâbus ise âdeta bir hastalıktır. Müthiş bir hastalıktır. Bazı kimseler cüssesi büyük bir ifrit kendi üzerine çökmüş de altında kendisini eziyormuş gibi dehşetli şeylere kadar görürler. Fakat elleri, ayakları bütün damar ve sinirleri bağlanmış da zerre kadar harekete mecalleri kalmamış gibi bir hâlde bulunurlar. Hatta kâbus hâlinde insana görülen şeyler bazen Frenklerin “presentiment” dedikleri, meydana gelmeden önce anlık hissedilen şeyler suretinde de olurlar. Yani biraz zaman sonra vukuya gelecek şeyi böyle önceden kâbus hâlinde görür.

      Kısacası Recep Köso, kendisine vaki olan bu hâlin bir kâbus olduğunu anladı. Bu hâtıra kendisine gelir gelmez kâbusun şiddeti de gevşedi. Üzerindeki büyük bir yük yavaş yavaş kalkmaya başlamış gibi bir hâl duydu. Evet, kâbusun hükmü böyledir. İnsan onun ne olduğunu bilemediği ve dolayısıyla endişe ve korkusunu arttırdıkça arttırdığı müddetçe kâbus da en ziyade şiddet ve dehşetini gösterir. İnsan yerinden kımıldanamaz. Kâbusa düçar olan bir adama baksanız tüyleri dimdik dikilmiş ve beti benzi kireç kesilmiş, yani gördüğü müthiş bir şeyden fevkalade korkan bir adamın ne hâle girmiş olduğunu görürsünüz. Nefesi de kesilerek yalnız şiddetli bir heyecandan başka bütün vücudunda hayata delalet edecek hiçbir hareket görülmez. Bu hâlin bir kâbus olduğunu anlamaya başlaması ise aklın o muvakkat hastalıktan yavaş yavaş kendisini kurtarması demek olur. Arası çok geçmeksizin akıl bütün bütün kurtulup insan uyanır. İşte Recep Köso da bu şekilde bütünüyle uyandı. Kalkıp yatağı içinde oturdu. Hatta bir Ayete’l-Kürsî okuyup etrafına üfledi. Ama hâlâ endişeli. Etrafında evvelki müthiş olaydan bir şey kalmış olup da gözlerine gözükecekler mi diye korkusundan etrafına bile pek de dikkatle bakınamıyor.

      Artık uyku bütün bütün kaçtı. Mumunu yakarak bir de sigara yakıp dumanlandırmaya başladı. Hem dumanlandırıyor hem de düşünüyordu. Hem düşünüyor hem de kendi kendisine diyordu ki:

      “Zavallı Filomene! On beş, on altı sene oldu. Din değiştirip Müslüman oluşlarını çok sıkça rüyamda görüyor idiysem de sonraları bütün bütün görmez olmuştum. Ah evet! Sonraları! Din değiştirdikten sonraları! Öyle ya! Neden göreceğim? Düşünecek bir şey kalmış mıydı ki onu düşünerek rüyamda da göreyim? Zavallı kızcağız! Kim bilir ne olmuştur. Ya Andrea? Vay hınzır herif! Hâlâ o Andrea. Ah! Fırsat elvermedi ki o lanetli beynine bir kurşun sıkayım da… Kim bilir o da ne olmuştur? Ama acı patlıcanı kırağı çalmaz derler. “

      Recep Köso’nun kendi kendisine söylediği sözler bunlardan ibaret kalmadılar. Malum ya! Bunlar adamcağızın zihninden geçen şeylerdir. Böyle bir hâlde bir kere insanın zihni bir tarafa yoğunlaştı mı ondan kolay kolay geriye alınamaz. İnsanın elinden olmaksızın zihin o şey ile meşgul olur, gider. Recep Köso’nun zihni de bu meşguliyeti ileriye götürdü. Gördüğü şey bir rüya olmadığı gibi onu hayra mı, şerre mi yormak lazım geleceğini bilemiyordu. Bir kâbus olduğu hâlde dahi kendi iradesine sahip olmadığı şu dakikalar zarfında hayali önünde başka şeyler canlanmayıp da şu Filomene ile Andrea Kostopolo’nun canlanmasına da bir mana veremiyordu.

      Bir aralık hatırına gelerek kendi kendisine:

      “Ah tahsilimi tamamlayamadım ki. Âlim olsaydım bu acayip hâlin hikmetli sebeplerini bilirdim ve meraktan da kurtulurdum.” dedi ise de bilmiyordu ki asıl hatası bu temennidedir. “Zavallı adamcağız, âlim olmadığına bin şükür et. Hiç olmaz ise şu cahil olan hâlinde en azından bir ümidin olsun var. Âlim olsan bunun sebep ve hikmetini anlayabilirdin diye ümit ediyorsun. Âlim olsaydın sende bu ümit dahi bulunmazdı. O zaman anlardın ki bu şekilde insanlara nasip olabilen ilim onun bu yoldaki şüphelerini halledebilecek dereceden pek uzaktır. Ahvâl-i beşerde neler vardır neler ki insan bütün kütüphaneleri yutmuş olsa da onların hâllerini yine bilip anlayamaz ve tümüyle üzüntüye düşer. En büyük filozoflardan birisi: ‘İlim öğrendikçe cehaletim arttı. İlimde ilerledikçe ne kadar cahil olduğumu anlamaktan başka bir netice çıkaramadım. İnsan iki cehalet arasında sahile vurup gidiyor. Bunun birisi doğduğu andaki cehaletidir ki bu yaratılıştan insana verilen bir şeydir ki buna vehbî ilim diyoruz. Diğeri tahsili esnasında ulaşacağı bir cehalettir ve bu da insanın kendi iradesiyle gerçekleşir ki buna da kesbî ilim diyoruz.’ sözlerini laf olsun diye söylememiş. Boşuna söylememiş. İşte bu kâbus gibi binlerce hâllerin hakikatinin anlaşılması şöyle dursun, tarif mahiyetinde bile ilmin aczini görmüş de onun için böyle söylemiş.”

      Recep Köso, sigaranın birini bitirdikten sonra birini daha yaktı. Tefekküri olan hayalini yine bir neticeye vardıramadı. Hatta bir üçüncü sigara daha yaktı. Nihayet şamdanındaki mum bitti. Onu söndürüp “Bakalım uyuyabilir miyim?” diye tekrar yatağına uzandı. Yatarken gece kandilin içindeki yağa bakıp miktarının sabaha kadar kifayet edebileceğini görünce ziyadesiyle sevindi. Öyle ya! Uyku hâlinde bile karanlığı sevmeyen ve karanlıkta