Ахмет Мидхат

Gönüllü


Скачать книгу

kadar da kıymeti yoktur. İşte zeytinyağı için Recep Köso’ya böyle bir kıymet takdir ettirecek hâl de o kâbus gecesinin durumunu gösterir.

      Biçare adamcağız yatağında bir hayli müddet daha yuvarlandı. Hatta köylülerin “ikinci horoz” tabir ettikleri ikinci nöbette dahi horozlar ötme vazifelerini ifa ettiler. Hakikaten köylülük âleminde horoz sesi ne mühim şeydir? Kışta, kıyamette, karda, dumanda, gece karanlığında yolunu kaybeden bir yorgun yolcu için bir horoz sesi Hazreti Hızır’ın bir imdat sesi gibidir. Geceleri nöbet nöbet horoz ötmesi köylüler için saat yerine geçer. İlk horoz gecenin dörtte biri geçtikten sonra öter. Dörtten sonraki zaman da dörde bölünerek her birinde de nöbetle bir horoz öter. Dördüncü ötüşünde artık şafak sökmeye başladığından ortalık tamamıyla aydınlanıncaya kadar horozların ötmeleri rastgele birbirini takip eder. Hatta gece vakti horozun vakitsiz ötmesini de köylüler fark ederler. Hem de bozuk bir saatin vakitsiz çalması gibi! Bu vakitsiz ötüşü de dikkate alırlar. Bunu uğursuzluk olarak da sayarlar. Bunu türlü felaketleri haber veriyor diye endişelenip korkarlar. Hatta o horozu keserler bile. Bir de bu uğursuzluk onun çorbasını yemeye yine mâni olmaz. Şu batıl olan inanç ne kadar da boştur! Değil mi? Horoz ne bir belanın yaklaştığını ihbar için öter ne de sabahın gelişini. Onun ne için öttüğünü bir kendisi bilir, bir de Halik’i. Bir üçüncü daha bilen vardır ki o da ehl-i hâl olandır. Fakat onun bilgisi bir zandan ibarettir. Herhâlde vakitsiz horoz sesinden endişe duyanların zanları gibi tümüyle batıl bir zan değil! Doğru olması pek muhtemel olan bir zan. Zira bu hayvan sesleri anlamsız değildir. Boşuna da değildir. Olamaz da! En büyük ehl-i dikkat, pek kolaylıkla hissediyor ki kurt, kuş, insan, cin, arz ve sema o ezelî ve ebedî olan Haliklerini tespih etmektedirler.

      İkinci horozlar öttükten sonra Recep Köso, üçüncü horozları işitemedi. Yavaş yavaş beynine istirahat gelip özellikle değirmenin uğultusu da derinden derine bir ninni makamına kaim olduğu için uyuya kalmıştı. Kim bilir kaç saat uyuyabildikten sonra aşağıda peyda olan gürültüler, patırtılar o derin uykusu hâlinde de kulaklarına varmaya başladılar. Anladı ki arkadaşlar kalkmışlardır. Fakat bunu hiç de anlamak istemiyordu. Henüz uykusunu alamamış olduğu için gözlerini açamıyordu. Tekrar uykuya daldı. Gürültüler, patırtılar ile tekrar uyandı ise de yine kalkmamakta ısrar etti. Nihayet arkadaşlarının odasına çıkan merdivenin birkaç basamağından çıkarak yumruklarıyla kepenge vurmaya başladıkları ve Köso’nun:

      “Canım bırakınız beni. Ben bu gece uyuyamadım.” Yollu ricalarını da kabul etmedikleri gibi adamcağız çarnaçar kalktı. Saat üçü geçiyormuş. O gün kasabaya dönecekmiş. Fakat dönüşten evvel bir de sabah faslı icra edileceği için o sevgili arkadaşı da kaldırmışlar imiş.

      Bu geceki hâline nazaran bu sabah Recep Köso, sevildiğinin bu derecesinden hiç de memnun olmadı ise de adamcağızın hâlini öğrendik ya! Ahbabı kırmak istemez. Dolayısıyla hâlinden kimseye haber vermeyip ve hiçbir şikâyette bulunmayıp sabah faslına da sanki herkesten ziyade kendisi istiyormuş gibi büyük bir şevk ve iştiyak ile katılmış oldu. Öğleye kadar Çingeneler bir fasıl daha yaptılar. Köylüler hizmetlerine gitmiş oldukları gibi beyler, ağalar kendileri de bir nöbet sirto oyunu icra ettiler. O zamana kadar atları da hazırlanmış olduğundan sabah kahvaltısı ile kuşluk yemeğini birleştirip atlarına bindiler. Her zaman âdetleri olduğu üzere gülerek oynayarak ve bazen de at oynatıp silahlar atarak akşamüzeri Serfiçe’ye dâhil oldular.

      4

      RECEP KÖSO

      Recep Köso’yu bazı kere “Recep Efendi” diye tavsif edişimiz, bu zatın pek bayağı bir adam olmadığını göstermeye kâfi iken, belki de öylesine olan talim ve terbiyesine dair vermiş olduğumuz haberler böyle bir kuzunun kürek kemiğinden edilen tefeüllere canıgönülden inanacak kadar saf olan adamlara nispetle kendisinin ne kadar da bilinçli olduğunu anlamaya kâfidir. Fakat hikâyemizin en önemli şahsı ve hemen hemen yegâne kahramanı bu adam olduğu için kendisini okuyucularımıza tamamıyla tanıttırdıktan sonra romanımızın bundan on altı, on yedi sene evvel başlayan olaylarını da artık anlatma zamanı gelmiştir.

      Bu zatın lakabı olarak tekrarladığımız “Köso” kelimesi bizim Türkçe “köse” lafzından bozma ve düzme bir kelimedir. Fakat Recep Efendi’nin asıl lakabı “Köseoğlu” olduğu hâlde bu “Köso”ya dönüşmesi esnasında “oğul” manasının “sin” harfi de “sad” harfi gibi telaffuz edilmiştir. Bunun bu şekilde telaffuz edilmesi Arnavut lisanının mı, yoksa Rum lisanının mı gereği olduğunu bilmiyoruz. Hangi lisanın gereği olursa olsun bunun dil bilgisi kurallarını tam olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz şey, Recep Köso kelimesini Türkçeye çevirince “Köseoğlu Recep” denmesi lüzumundan ibarettir. Hatta Serfiçe’nin lisanınca terbiyece gereği gibi ilerlemiş olan ahalisi, malum ismiyle, künyesiyle yâd edecekleri zaman hep böyle ifade ederler.

      Recep Köso, Serfiçe’nin yerlisi değildir. Berlin Antlaşması’nın Ayastefanos Antlaşması’nın güya şartlarını ortadan kaldırdığı esnada Yunanistan’ın, Devlet-i Aliyye ve Rusya Savaşı’nda güya rahat durmuş olduğuna bir mükâfat olmak üzere Yunan hükûmetine Teselya’yı hediye etmiş. Yunan idaresi ise idaresi altında bulunan yerlerde Müslüman ahalin göçü için bir kolaylık sağlamış. Buralardaki Müslüman ahali diğer Osmanlı vilayetlerine hicret ettikleri sırada Recep Köso dahi Serfiçe taraflarına hicret etmiştir. Berlin Antlaşması’nın Yunanistan’ı bu suretle mükâfatlandırmış olmasına o zamanlar şaşmadık kimse de kalmamıştı. Yunan hükûmeti, o zaman bile pek durmayıp da o büyük kargaşalık fırsatından yararlanabileceği istifadeyi arayacak olsaydı, belki yine de bir şey yapamayacağı malum iken bile, büyük devletlerin bize böyle bir haksız teklifte bulunması Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin de haklı şikâyetini gerekli kıldığından bir hayli zaman Devlet-i Aliyye, antlaşmanın bu hükmünü hiç icra etmediği hâlde ne yazık ki o zamanların siyasi durumu buna müsait değildi. Osmanlı Devleti, bu haklı isteğinde daha fazla ısrar etseydi belki de daha fena olacaktı. Bundan çekindiğinden bu fedakârlığa katlanmayı ehven-i şer5 olarak bakıp kabul etmişti. Bir de her hususta olduğu gibi bu hususta da yardımını hiçbir zaman esirgemeyen padişah hazretleri yine imdada yetişerek Yunanlıların hayallerinin tümünün gerçekleşmesini engellemişti. Yunanlılara yardım eden Avrupa’nın büyük devletleri ikna edilmeye çalışılmıştı. İlk anlaşmaya göre Yanya ve Manastır’a doğru birçok yerlerin terki tarafında olduğu hâlde Osmanlı hükûmetinin gösterdiği ikna çabaları sayesinde yalnız Teselya’nın bir kısmı ile Epir’in pek küçük bir parçası feda olunmuştu. Bu çok zor ve karışık mesele, o dönemde pek büyük tehlikeler getirebilecekken bu şekilde çözülmüştür.

      Anlamalı ki Yunan komşumuzdaki garipliğe böyle bir anlaşma üzerine memnun olmuştu. Bundan sonra bazı aksamalar olsa da Devlet-i Aliye’miz ile hoş geçinmeye çalışmıştı. Bundan birkaç yıl sonra imzalanan: “Berlin Antlaşması bize daha ziyade toprak vermişti. Hükûmet-i Osmaniyye, onların tamamıyla yok sayılmaması için ısrar etti. Onların tekrar bize vermediği yerleri de yine silahımız kuvvetiyle alırız.” diye bir askerî savaş cephesi de açılmıştı. Bu arada onların bazı askerleri de bize saldırmış idiyseler de Recep Paşa hazretlerinin kumandası altında bulunan Osmanlı askerî birliği bir hamlede hücum edenleri tarumar ederek öldürmüştü. Bu öldürülen ve yaralananlardan başka bir miktarının da esaretiyle bu işe son verilmiştir. Bu mağlubiyet de Yunan’ın aklını başına getiremediğinden işte bu davaya güya Hükûmet-i Osmaniyye idaresinden şikâyetçi olan Giritlilere millî yardım gayretini ileriye sürerek evvela Girit’e ve müteakiben o hareketini teyit için Alasonya ve Yanya taraflarına tecavüz etmesi komşumuzun bir üçüncü fitne hareketi olmuştur. Diğer arkadaşlarımızın yazdıkları savaş tarihleri,