bir ayağının tam olarak sekiz santimetre olduğu ortaya çıkıyordu. Hiç kuşkusuz ki, bir elbise süsü olarak düşünülmüştü; ancak nasıl giyileceği ya da geçmiş zamanlarda hangi rütbe, onur ve saygınlık işareti -bu ayrıntılarda dünyanın modası çok değişkendi- onun tarafından ifade ediliyordu, tam anlamıyla çözülmesi gereken bir bilmeceydi. Yine de garip bir şekilde ilgimi çekmişti. Gözlerim bu eski kırmızı harfe takılıp kalmış ve başka bir yöne çevrilmeyi reddediyorlardı. İçinde derin bir anlam yattığına dair hiç şüphem yoktu, kesinlikle onu yorumlamak için girişilecek her türlü çabayı hak ediyordu ve mistik sembolden duyularıma hassas bir şekilde akarak düşüncelerimi tetikleyen onu çözme dürtüsünden bir türlü kaçamıyordum.
Bu şekilde düşüncelerim karmakarışık hâldeyken ve diğer hipotezlerin yanı sıra, bir taraftan da bu harfin, zamanın beyaz adamlarının Kızılderililerin gözlerini boyamak için kullandıkları nişanlardan biri olup olmadığını düşündüğüm sırada, onu göğsümün üzerine yerleştirdim. Belki okuyucularım şimdi söyleyeceklerime alaycı bir gülüş atacaktır, ancak ifade edeceklerimden kesinlikle şüphe duyulmamalıdır. O harfi göğsümün üzerine koyduğumda, sanki o anda tam olarak fiziksel olmasa da kızıl harf kırmızı bir kumaştan bir parça değil de kor hâlinde sıcak demirden bir parçaymış gibi yakıcı bir duygu hissetmiştim. Bir anda irkilerek titremiş ve istemsizce onu yere düşürmüştüm.
Kızıl harfin emici tefekküründe kendimi kaybetmiş hâldeyken, harfin çevresini saran küçük, pis bir kâğıt rulosunu incelemeyi ihmal etmiştim. Yaşadığım tuhaf duygunun ardından, bu ruloyu açtığım anda, eski müfettiş tarafından bütün meselenin makul ve eksiksiz bir şekilde kendi el yazısıyla açıklanmış olduğunu görünce büyük bir mutluluk yaşadım. Açmış olduğum bu rulonun içinden, atalarımız açısından oldukça dikkate değer bir şahsiyet gibi görünen Hester Prynne adlı kişinin hayatı ve konuşmalarıyla ilgili birçok ayrıntıyı içeren birkaç dosya kâğıdı çıkmıştı. Massachusetts’in ilk kurulduğu dönem ile on yedinci yüzyılın sonları arasındaki dönemde yaşanmıştı. Bay Müfettiş Pue zamanında yaşayan ve bu öyküyü kaleme aldığı dönemde sözlü tanıklıklarından destek aldığı yaşlı kişiler, gençliklerinde bu kadının fazlasıyla yıpranmış, güzel ve hüzünlü bir yapısı olduğunu hatırladıklarını ifade etmişlerdi. Neredeyse hatırlanamayacak eski bir tarihten bu yana ülkeyi gönüllü bir hemşire olarak dolaşmış ve elinden geldiğince her türlü iyiliği yapmayı alışkanlık hâline getirmiş; aynı şekilde, tüm konularda, özellikle de gönül meselelerinde etrafındakilere tavsiyelerde bulunmuş; bu şekilde de, genel olarak bu durumlarda her zaman söz konusu olduğu gibi, kimileri için bir melek olarak saygınlık görmüş, kimileri için ise davetsiz bir misafir, burnunu her şeye sokarak rahatsızlık veren biri olarak görülerek sorun yaratan kişi ilan edilmişti.
El yazmasını çok daha büyük bir merakla incelemeye devam ettiğimde, bu eşsiz kadının yaptığı diğer işlerin ve acılarının da, okuyucuların Kızıl Damga başlıklı hikâyede okuyacakları şekliyle kaydını da bulmuştum; şu durum özellikle unutulmamalıdır ki, o hikâyede anlatacağım tüm ana gerçekler Bay Müfettiş Pue’nun bıraktığı belge tarafından doğrulanmıştır. Bu gerçekten çok ilginç hikâyesi olan kızıl harfe dair orijinal yazıların tüm kanıtları hâlâ elimdedir ve anlatılanlardan etkilenerek onları görmek isteyecek herkese açıkça gösterilecektir. Hikâyemi belli açıdan kurgulayarak süslemeye çalıştığımda ve içinde geçen karakterleri etkileyen motifleri ve tutku biçimlerini hayal ederken kendimi her zaman eski müfettişin yarım düzine dosya kâğıdının sınırları içinde tutmadığımı da belirtmek isterim. Aksine, bu noktalara gelince, gerçekleri sanki tamamen kendim kurgulamışım gibi rahat davrandım. Bu konuda iddia edebileceğim tek unsur ise hikâyenin ana hatlarının gerçeğe uygun olmasıdır.
Bu olay zihnimi bir dereceye kadar eski çalışma yöntemime çevirdi. Burada gerçekten bir hikâyenin temeli önümde duruyormuş gibiydi. Bu gerçekten etkileyiciydi, sanki o dönemin eski müfettişi, üzerinde yüz yıllık kıyafeti ve onunla birlikte gömülmüş, daha sonra mezarından çıkarılmış görkemli peruğu kafasında, Gümrük Dairesindeki odasında tam karşımda duruyor gibiydi. Üzerinde, majestelerinin yetkisini tam anlamıyla üstlenmiş ve bu nedenle de tahtın etrafına yaydığı göz kamaştırıcı ihtişamdan payını almış vakur ifadesiyle odasını aydınlatıyordu. Ne kötü, çok yazık! Halkın hizmetkârı olarak kendini efendilerinin gözünde en aşağılık, en değersiz ve önemsiz hisseden, yüzünde tasması takılı, boyun eğmiş köpek ifadesiyle duran cumhuriyetçi bir memur görmek ne büyük çelişkiydi. Belli belirsiz görülebilen, ancak yine de görkemli bir figüre sahip olan kişi, bana bu kırmızı sembolü ve açıklayıcı el yazmasının bulunduğu küçük ruloyu kendi hayalet elleriyle vermişti. Halkın gözünden bakılacak olursa kendini makul bir şekilde benim atam olarak kabul eden bu saygıdeğer adam, küf kokulu ve güveler tarafından harap edilmiş bu değerli eserini halkın gözlerinin önüne sermem, ona karşı olan evlatlık görevimi yerine getirmem ve gereken saygıyı görmesini sağlamam için, kendi hayalet sesiyle beni teşvik etmişti. “Bunu yap.” diyordu Bay Müfettiş Pue’nun unutulmaz peruğu içinde öylesine heybetli görünen başını söylediklerini vurgularmışçasına sallayan hayaleti. “Bunu yap ve elde edeceğin bütün kâr senin olsun! Kısa süre içinde buna ihtiyacın olacak; çünkü senin yaşadığın dönem, benim dönemimdeki gibi hayatın boyunca bir ofiste memur olarak çalışabileceğin bir dönem değil. Ama senden, yaşlı Muallime Prynne meselesinde, atalarının anısına hakkı olan itibarı vermekle yükümlendiriyorum!” Ve ben de Bay Müfettiş Pue’nun hayaletine, “Bunu yapacağım!” diye cevap veriyorum.
İşte bu yüzden, Hester Prynne’in hikâyesi üzerine çok uzun süre düşündüm. Odamda bir ileri bir geri yürüdüğüm zamanlarda ya da Gümrük Dairesinin ön kapısıyla yan girişi arasında boylu boyunca uzanan uzun koridorda geçirdiğim saatler boyunca, derin düşüncelerimin ana konusu bu olmuştu. Yaşlı müfettişin ve sürekli olarak bir ileri, bir geri yürürken ayaklarımın çıkardığı acımasızca gürültüden dolayı uykuları bölünen yorgun kantarcı ve tartıcıların bıkkınlıkları ve rahatsızlıkları büyüktü. Kendi eski alışkanlıklarını hatırlayarak “Müfettiş güvertede volta atıyor.” diye söyleniyorlardı. Muhtemelen böyle yaparak tek amacımın akşam yemeğinden önce iştahımı açmaya çalışmak olduğunu; çünkü onlara göre gerçekten de aklı başında bir adamın bu şekilde sürekli hareket ederek elde etmeyi düşündüğü tek fayda bu olabilirdi. Doğruyu söylemek gerekirse, genellikle yürüdüğüm geçit boyunca esen şiddetli doğu rüzgârının açtığı iştah, bu kadar yorgunluk nedir bilmez egzersizin ardından elde edilen tek değerli sonuçtu. Gümrük Dairesinin boğucu atmosferi, hayal gücü ve hassasiyetin nazik hasadına öylesine uygun olmayan bir mekândı ki, orada on başkanlık dönemi boyunca kalmış dahi olsaydım, Kızıl Damga hikâyesini gerçek anlamda halkın beğenisine sunabilir miydim, kestiremiyordum. Hayal gücüm resmen kararmış bir aynaydı. Elimden gelenin en iyisini yaparak içlerini doldurmaya çalıştığım karakterleri yansıtmıyor, bunu yapmayı başarsam da ancak çok sefil bir boyutta gerçekleşmesine neden oluyordu. Hikâyenin ana karakterleri, entelektüel açıdan zihnimdeki demirci ocağında yeterince dövülerek şekil verilecek ısıya ulaşamıyordu. Ne tutkunun ışıltısını ne de duyarlılığın hassasiyetini taşıyorlardı, ancak ölü bedenlerin tüm sertliğini koruyarak korkunç ve sabitlenmiş bir sırıtışla yüzüme bakarak sanki bana meydan okuyorlardı. “Bizimle ne işin var?” der gibi bir ifade vardı yüzlerinde. “Gerçek olmayan varlıklar üzerinde bir zamanlar sahip olduğun o güç, çoktan gitti! Sen onu, bir miktar devlet altınıyla takas ettin. O zaman git ve maaşını kazan!” Kısacası, kendi hayal gücümün yarattığı neredeyse cansız sayılabilecek yaratıklar, bu konudaki