çalışmayan bir hizmetkâr, kamçı direğinde cezasını çekmek üzere bağlanmış da olabilirdi. Belki de bir Antinomiyen,39 bir Quaker ya da başka bir sapkın mezhebin üyesi kamçılanarak kasabadan atılacak ya da beyaz adamın ateş suyu yüzünden, kasabanın sokaklarında olaylar çıkaran ve halkın ayaklanmasına neden olan, sersem bir Kızılderili kamçı cezasına çarptırıldıktan sonra, saf dışı bırakılana kadar ormanın karanlığına sürülecek olabilirdi. Aynı zamanda, sulh yargıcının aksi huylu dul eşi yaşlı Muallime Hibbins40 gibi bir cadının da darağacında infazı gayet mümkündü. Her hâlükârda seyircilerin yüzünde; aralarında din ve yasaların neredeyse aynı anlama sahip olduğu, en hafif ve en şiddetli suç eyleminin aynı derecede algılanmasını sağlayacak şekilde her ikisinin de bu insanların karakterlerinde ayrılmaz bir biçimde birbirine karışmış olduğu, aynı ciddiyet ifadesi vardı. Bir suçlu ya da bir günahkâr, darağacının etrafına toplanmış olan bu seyirci grubundan anlayış bekleyebilirdi, ancak alabileceği tek karşılık soğuk ve acımasız bir merhamet olabilirdi. Öte yandan, günümüzde bir dereceye kadar aşağılayıcı, hakaret dolu, alaycı ya da küçük düşürücü bir ceza yöntemi, o dönemlerde neredeyse ölüm cezası kadar onur kırıcı sayılabiliyordu.
Hikâyemizin gidişatının başladığı yaz sabahı, tuhaf bir şekilde dikkat çekici olan başka bir şey de kalabalığın içinde sayıları fazla olan kadınların, infazı gerçekleşecek olan cezaya karşı aşırı ilgi gösteriyor olmalarıydı. O dönemlerde, iç etekleri ve jüpon giyen kadınların, pek de zarif olmayan bedenleriyle kalabalığın içine umursamazca girerek, infazın gerçekleşeceği darağacına en yakın konuma sokulmak için etraflarındaki insanları sıkıştırmaktan alıkoyan bir kibarlık anlayışı henüz gelişmemişti. Hem manevi hem de maddi olarak odönemin eski İngiliz kadınları ve kızları, kendilerinden altı ya da yedi kuşak sonra gelen torunlardan çok daha kaba kumaştan yapılmışlardı; çünkü bu soy zinciri boyunca, birbirini izleyen her anne çocuğuna, kendisinden daha az güçlü ve daha zayıf bir karakter olmasa da daha soluk bir tazelik, daha narin ve daha kısa ömürlü bir fiziksel çerçeve iletmiştir. Şimdi hapishane kapısında duran kadınların dönemiyle, hemcinslerinin hiç de tam anlamıyla uygunsuz bir temsilcisi sayılamayacak erkeksi Elizabeth’in41 dönemi arasında yarım yüzyıldan fazla bir zaman bile yoktu. Tüm bu kadınlar onun yurttaşlarıydı ve kendi topraklarının sığır etleri ve biralarıyla birlikte, daha rafine olmayan ahlaki perhizleri, vücut yapılarını belirlemekte büyük ölçüde etkili olmuştu. Bu nedenle de, parlak sabah güneşi, geniş omuzların, iyi gelişmiş göğüslerinin ve uzak adalarda olgunlaşmış ve New England atmosferinde neredeyse hiç solmamış ya da incelmemiş yuvarlak ve kıpkırmızı yanaklarının üzerine vuruyordu. Dahası, çoğunun evli olduğu gözlemlenebilen bu olgun kadınların konuşmalarında hem söylenenlerin anlamı hem de ses tonlarının kalınlığı açısından bizi korkutacak bir cesurluk ve doygunluk vardı.
“Hanımlar!” dedi elli kişilik grubun içinden sert hatlara sahip bir kadın. “Size aklımdan geçenleri söyleyeceğim. Şayet bu Hester Prynne’ı, bizler gibi olgun yaşta ve kilise üyesi iyi bir üne sahip kadınların eline vermiş olsalardı, bu gerçekten halkın çok büyük yararına olurdu. Buna siz ne dersiniz, hanımlar? Eğer bu işveli kadın, yargılanmak için bizim gibi beş kadının önüne getirilmiş olsaydı, sizce saygıdeğer sulh yargıcının vermiş olduğu cezayla yakasını kurtarabilir miydi? Yüce Meryem adına, hiç sanmıyorum!”
“İnsanlar diyor ki…” dedi bir diğeri aralarından. “Cemaatin başına böylesine büyük bir skandal geldiği için Tanrı’nın kutsal papazı Rahip Efendi Dimmesdale’in yüreği kan ağlıyormuş.”
“Sulh yargıçları yüreklerinde Tanrı korkusu olan adamlar, ama hepsi çok merhametli… Bu bir gerçek.” diye ekledi ömrünün sonbaharında olan, yaşlı üçüncü bir kadın. “En azından Hester Prynne’in alnını sıcak bir demirle dağlamalıydılar. Madam Hester kesinlikle dehşete düşerdi, bundan eminim. Ama o, işe yaramaz pislik elbisesinin korsesine ne koyduklarını bile umursamayacaktır. Göreceksiniz, üzerini gayet rahat bir şekilde, bir broşla ya da tam bir günahkâr gibi herhangi bir takıyla kapatıp, eskiden olduğu gibi cesurca sokaklarda yürüyecektir.”
“Ah, ama!” diye, diğerlerinden daha yumuşak ses tonuyla konuşan, çocuğunun elinden tutmuş genç bir kadın araya girerek. “Bırakın damgasını istediği gibi kapatsın, sonuç olarak onun acısını her zaman yüreğinde taşıyacak.”
“Hangi damgadan ve işaretten bahsediyoruz ki, ister elbisesinin korsesinde, isterse alnında olsun, ne fark edecek?” diye haykırdı, bu kendi kendilerini yargıç olarak atamış kadınların arasında en acımasız olduğu gibi en çirkin olanı. “Bu kadın hepimiz adına utanç getirdi ve ölmeli. Bunun için bir yasa yok mu? Kesinlikle var, gerçekten de hem Kutsal Kitap’ta hem de kanun kitabında var. O zaman, bu konuda etkisi olmayan sulh yargıçları, kendi eşleri ve kızları da yanlış yola sapacak olursa bunu kendilerinden bilsinler!”
“Tanrı bize merhamet etsin, hanımlar!” diye bağırdı kalabalığın içinden bir adam. “Darağacında infaz edilmesinden onu kurtaracak, hiçbir erdemi yok mu bu kadının? Bu, şu ana kadar söylenmiş en ağır kelamdır! Şimdi, sessiz olun, hanımlar; çünkü hapishane kapısının kilidi açılıyor ve işte Bayan Prynne geliyor.”
Hapishanenin kapısı içeriden açıldıktan sonra, ilk olarak güneş ışığına, yanında kılıcı ve elinde görevini tanımlayan asasıyla, tıpkı karanlık bir gölge gibi, kasabanın korkunç ve en ürkütücü varlığı olan kasaba mübaşiri çıkmıştı. Bu şahsın görevi, Püriten hukukunun kurallarına göre, suçluya son kez ve kesinlikle koşullara uygun olarak eşlik etmekti ve bu kişi de bahsi geçen yasaların tüm sıkıcı katılığını üzerinde taşıyarak bu katılığı eksiksiz bir şekilde temsil ediyordu. Sol elini, tuttuğu resmî asayı öne doğru uzatmak, sağ elini ise genç bir kadının omzuna koyup hapishanenin kapısından doğuştan gelen haysiyet ve karakter gücüyle, sanki tamamen kendi özgür iradesiyle dışarı çıkıyormuş gibi bir hareketle adamın elini silkeleyen kadının yürümesini desteklemek adına arkasından itmek için kullanıyordu. Kadın kucağında, sanki bugüne kadar sadece zindan ya da hapishanenin karanlık odalarının gri alaca karanlığından farklı bir ışık yüzü görmemiş gibi, güneş ışığı yüzüne düşünce gözlerini kırpıştıran ve küçük yüzünü yumuk ellerinin arkasına saklamaya çalışan, neredeyse üç aylık bir bebek taşıyordu.
Bu çocuğun annesi olan genç kadın dürtüsel olarak, kalabalığın önünde tamamen açığa çıktığında, ilk tepkisi bebeğini sıkıca göğsüne bastırmak oldu; bu tepki elbette ki anne sevgisinden değil, elbisesinin üzerine işlenmiş ya da tutturulmuş olan belli bir simgeyi gizlemek içindi. Bununla birlikte, bir anda, düşüncelerini toparlamayı başarıp utancının bir simgesinin bir diğerini gizlemeye yetmeyeceğini idrak ederek bebeğini kollarına aldı ve yanakları kıpkırmızı olmasına rağmen, yüzünde tamamen kibirli bir gülümseme ve gözlerinde her şeye meydan okuyan bir ifadeyle kasaba halkına ve komşularına baktı.
Elbisesinin göğüs kısmında, oldukça kaliteli kırmızı kumaştan, altın rengi ipliklerle etrafı nakışlarla işlenmiş ve muazzam süslemelerle çevrili büyük bir “A” harfi duruyordu. Öylesine sanatsal ve öylesine bereketli, muhteşem bir yaratıcılıkla yapılmıştı ki, üzerine giydiği kıyafete son derece uygun, bu çağın modasına göre ihtişamlı, ancak koloninin koyduğu düzenlemelere aşırı derecede aykırı düşen, kıyafeti tamamlayan bir süsmüş gibi duruyordu.
Genç kadın, uzun boylu ve neredeyse mükemmel denebilecek kadar zarif bir yapıya sahipti. Koyu ve gür saçları