Эдгар Аллан По

Arthur Gordon Pym’in Öyküsü


Скачать книгу

iki sefer dışında, hiç çıkmadan üç gün üç gece kalmıştım. Bütün bu zaman zarfında Augustus hiç ortalarda gözükmemişti. Bu da beni epey endişelendirmeye başlamıştı. Çünkü biliyordum ki geminin denize açılma zamanı yakındı ve o zaman bütün gürültü patırtı arasında pek aşağıya inme şansı olmayacaktı. Nihayet kapağın açılıp kapandığını duydum. Çabucak seslenerek her şeyin yolunda olup olmadığını ve bir şey isteyip istemediğimi sordu. “Hayır.” diye cevapladım. “Rahatım yerinde. Gemi ne zaman sefere çıkıyor?” “Yarım saate kalmadan.” diye cevapladı. “Sana, bunu haber vermek için, bir de belki yokluğumdan endişeye kapıldığını düşünerek korktuğum için geldim. Uzun bir zaman daha gelmeyeceğim; belki de üç dört gün. Yukarıda her şey yolunda. Ben yukarı çıkıp kapağı kapattıktan sonra kordonu takip ederek yukarı gel ve çivinin çakıldığı yeri bul. Orada benim saatimi bulacaksın. Zamanı anlayabilmen için güneş ışığı olmadığından sana yararı olacaktır. Herhâlde ne zamandan beri burada gömülü kaldığını bilmiyorsundur. Sadece üç gün; bugün ayın yirmisi. Saati aşağıya getirirdim, ama yokluğumu anlarlar diye korkuyorum.”

      Bunları söyledikten sonra tekrar yukarı çıktı. Augustus, yukarı çıktıktan yaklaşık bir saat sonra geminin kesinlikle hareket ettiğinin farkına vardım. İşte sonunda yolculuğum başlıyordu; bu sevinçle kendi kendimi tebrik ettim. Artık rahattım ve bundan sonra kafamı fazla yormayacaktım. Olayları doğal akışına bırakarak sandıktan kamaraya geçmeme izin verileceği zamanı beklemeye koyuldum. Kamara muhakkak daha büyük olacaktı, ama doğrusu daha rahat olabileceğini pek tahmin etmiyordum. Şimdi ilk halletmem gereken şey saati almaktı. Fitili yanık bırakarak el yordamıyla yürümeye başladım. Kordonu izlerken bazen, binbir dönemeçten geçip uzunca bir mesafe katettikten sonra daha önce bulunduğum yerin kırk-elli santimetre yakınına geri döndüğümü keşfettim. Sonunda çivinin bulunduğu yere ulaştım ve yolculuğumun amacı olan nesneyi aldıktan sonra güvenli bir şekilde geri döndüm. Bundan sonra kitapları incelemeye koyulmuştum. Lewis ve Clarke’in Columbia ağzına yaptığı yolculuk hakkındaydılar. Augustus’un bunları getirmesi büyük bir incelikti gerçekten. Bunlarla kendimi biraz oyaladıktan sonra uykum gelmeye başlamıştı ve büyük bir dikkatle ışığı söndürdükten sonra kendimi derin bir uykuya bıraktım. Uyandığımda kafam tuhaf bir şekilde uyuşmuştu ve içinde bulunduğum durumla ilgili olayları hatırlayabilmem epey bir zaman aldı. Yavaş yavaş kendime geldikçe hatırlamaya başlamıştım. Bir kibrit çakarak saati kontrol ettim ama durmuştu. Şimdi kaç saat uyuduğumu kestirebilmem imkânsızdı. Uzuvlarımın çoğuna kramp girdiğinden iki kasa arasında gerilerek onları gevşetmek zorunda kaldım. Karnım açlıktan zil çalıyordu, aklıma uykuya dalmadan hemen önce yediğim ve tadına doyamadığım koyun budu geldi. Fakat onu tamamen bozulmuş bir hâlde bulduğumda uğradığım şaşkınlığı bir düşünün. Bu olay beni oldukça sarsmıştı. Çünkü uyandığım andaki sersemliğimi buna bağlıyordum; herhâlde aşırı uzun bir zaman uyumuş olmalıydım. Sandığın içindeki kapalı ortamın da buna bir tesiri olabilir ve aslında çok ciddi tehlikeler doğurmuş olabilirdi. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu ve zorlukla nefes alıp verebiliyordum, kısacası başım iyice dertteydi. Yine de kapağı açıp gürültü yapmayı göze alamıyordum. Bu yüzden saati tekrar kurduktan sonra artık hâlime razı olup beklemeye başladım.

      Bunu takip eden son derece eziyet verici bir yirmi dört saat içinde, ne gelen oldu ne de giden. Augustus’un bu vurdumduymaz tavrına kızmaktan kendimi alamıyordum. Beni esas endişelendiren, sürahideki suyun neredeyse bitmiş olmasıydı. Koyun budunun telef olması beni bol miktarda Bolonya sosisi yemeye itmişti ve bu da dayanılmaz bir susuzluk hissi veriyordu şimdi. Huzursuzluğumun artık had safhada olmasından dolayı kitaplar da artık beni oyalamaktan acizdi. Hepsinin üstüne şimdi bir de uyku bastırmıştı, ama odanın kapalı ortamında, yanan kömürün ortaya çıkarabileceğine benzeyen zararlı etkiler olabileceğini düşünüp korktuğumdan uyumayı göze alamadım. Bu esnada geminin sallantılarından okyanusa iyiden iyiye açıldığımızı tahmin edebiliyordum ve sanki çok uzaklardan geliyormuş gibi kulağıma ulaşan yeknesak uğultu, bana dışarıda alelade bir rüzgâr esmediğini söylüyordu. Augustus’un yokluğuna hiçbir anlam veremiyordum. Şu anda eminim ki yolculuğumuzda benim ortaya çıkmamı sağlayacak kadar ilerlemiştik. Başına bir kaza gelmiş olabilirdi, fakat beklenmedik biçimde ölmüş veya gemiden düşmüş olması dışında, beni burada uzun süre hapis bırakmasını açıklayabilecek bir neden bulamıyordum. İyice sabırsızlanmaya başlamıştım. Olasılıklardan biri de belki bodoslama rüzgâra maruz kalmış ve hâlâ Nantucket’in çevresinde bir yerlerde döneniyor olmamızdı. Fakat kısa bir süre sonra, bu fikrimi değiştirmek zorunda kaldım, çünkü eğer öyle olsa geminin durmuş olması gerekirdi. Oysa geminin iskele tarafına doğru aldığı devamlı eğim, sancak bölgesine varan sürekli rüzgârla baştan beri yola devam ettiğimize dair kesin bir kanı oluşturmuştu bende. Ayrıca hâlâ adanın yakınlarında olduğumuzu kabul etsek bile, Augustus neden gelerek beni durumumuzdan haberdar etmemişti? Bu şekilde yalnız ve ümitsiz hâlimin üzerine iyiden iyiye kafa yorduktan sonra, bir yirmi dört saat daha beklemeye ve eğer gelen olmazsa yukarı çıkarak arkadaşımla konuşma girişiminde bulunmaya veya en azından kapak aralığından biraz temiz hava almaya ve özel kamaradan su tedarik etmeye karar verdim. Bununla beraber, kafam bu düşüncelerle meşgulken bütün karşı koymama rağmen ağır bir uykuya yenik düştüm. Rüyalarım tam anlamıyla dehşet vericiydi. Başıma gelmedik felaket ve dehşet yoktu âdeta. Her türlü kâbusun yanı sıra bir sürü korkunç vahşi yaratık, kocaman yastıklarla beni öldüresiye boğuyordu. Dev gibi yılanlar gövdemi sarmış, korku verici parlayan gözlerini delici bakışlarla üzerime dikmişlerdi. Ve çöller… Uçsuz bucaksız, ıssız ve korku verici bir biçimde önümde göz alabildiğine uzanan çöller… Sonsuzluğa yükselircesine art arda sıralanmış gri yapraksız devasa ağaç gövdeleri… Kökleri, kasvetli ve kapkara durgun sularıyla her yeri kaplamış korkunç görünümlü bataklıkların altında gizlenmişti. İnsan kimliğine bürünmüşçesine iskeletimsi kollarını ileri geri sallayan garip ağaçlar, kulakları yırtan çığlıklar atıyordu. Sanki korkunç bir ızdıraba ve umutsuzluğa bulanmış haykırışları, durgun sulardan merhamet dileniyormuş gibiydi. Sonra manzara birdenbire değişti; şimdi Sahra Çölü’nün yakıcı kumlarının ortasında yalnız ve çıplak duruyordum. Ayaklarımın ucunda çömelmiş vahşi bir aslan bekliyordu. Bir an sonra kıpkırmızı ağzından yükselen gök gürültüsü gibi kükreme beni hızla yere yapıştırdı ve sonunda korkunun yol açtığı ani krizle nefesim kesilmiş bir hâlde kendimi yarı yarıya uyanık buldum. Gerçeğin ta kendisi olan bir canavar, kocaman pençelerini şiddetle göğsüme bastırıyordu. Canavar, yaratık ya da her neyse, herhangi bir saldırıda bulunmadan olduğu gibi duruyordu. Biliyordum ki bu hâlde çaresiz yatarken her an ölümle burun burunaydım. Aklımı yitirmiş ve tüm gücümü kaybetmiş bir hâlde korkudan öleceğimi sandım. Beynim uyuşmuş, elim ayağım boşanmış, görünüşüm zayıflamaya başlamıştı. Üzerime dikilmiş ateş saçan gözler bile gitgide gözümde bulanıklaşmaktaydı. Var gücümü toparlayarak ağzımdan dökülen zayıf çığlıkla Tanrı’ya sığındım ve kendimi ölümün kollarına bıraktım. Sesim, üzerimde yatan yaratığın içinde birikmiş tüm öfkeyi alevlendirdi sanki. Öyle ki şimdi vücudunun bütün ağırlığıyla boydan boya üzerime çöküvermişti. Fakat o da nesi? Aman Tanrı’m! Beni parçalayacağını sandığım bu yaratık aniden kesik hırıltılarla yüzümü ve ellerimi yalamaya başlamıştı. Hem de nasıl bir arzu ve coşku dolu bir sevgi gösterisiyle! Şaşkınlıktan aklım başımdan gitmişti âdeta; kendine has garip bir hırıltısı ve aynı derecede tuhaf sevgi gösterileri olan Newfoundland cinsi köpeğim Tiger’ı nerede olsa tanırım. Bu oydu… Aniden şakaklarıma hücum eden kanı hissettim. Kurtulmanın verdiği tarif edilmez coşkunun tesiri başımı döndürmüştü. Yattığım şilteden