alnına, evsizliğinin, yaşlılığının, sefaletinin derinliklerinden dehşetle bakıyordu. Kendi kendine şöyle dedi: “Ne kadar güzel! Peki, bana ne olacak?” Üstelik onun şefkatiyle bir annenin şefkati arasındaki fark da burada yatıyordu işte. Onun ızdırapla gördüğünü, bir anne sevinçle seyrederdi.
Genç kızın değişimindeki ilk belirtilerin ortaya çıkması uzun sürmedi. Kendi kendine söylenmesinin ertesi günü: “Kesinlikle güzelim!” dedi Cosette ve sonrasında kıyafetlerine dikkat etmeye başladı. Yoldan geçenin sözlerini hatırladı: “Güzel ama kötü giyimli.” Yanından geçip giden bir kehanetin nefesi, kalbine daha sonra atılması gereken iki mikroptan birini yerleştirdikten sonra yok olmuştu. Ama aşk başka bir durumdu. Güzelliğine olan inançla, tüm kadınsı ruh onun içinde giderek daha da enginleşiyordu. Yünlü kıyafetlerinden ve pelüş şapkalarından utanç duymaya başladı. Babası onu istekleri konusunda hiçbir zaman reddetmemişti. Başörtüsü, cübbesi, mantosu, çizmesi, manşeti, moda olan şeyler, renk bilimi; Parisli kadını böylesine çekici, çok derin bir şey yapan bilimi hemen edinmişti ve bu durum gerçekten çok tehlikeli bir hâl almaya başlamıştı. Bir aydan kısa bir süre içinde, Babylone Sokağı’nda Thebaid’deki küçük Cosette, Paris’in yalnızca en güzel kadınlarından biri değil, aynı zamanda en iyi giyinen kadınlardan da biriydi. Bu, çok daha fazlası anlamına geliyordu. Yoldan geçen kişi ile karşılaşmak, onun ne diyeceğini görmek ve ona bir ders vermek istiyordu.
Gerçek şu ki her bakımdan büyüleyiciydi ve Gérard’dan bir bone ile Herbaut’tan bir bone arasındaki farkı muhteşem şekilde ayırt edebiliyordu artık. Jean Valjean bu yıkımları endişeyle izliyordu. Emeklemekten, en fazla yürümekten başka bir şey yapamayacağını hissetmesine rağmen Cosette’in üzerinde kanatların filizlendiğini açıkça görebiliyordu. Bazı küçük özellikler, bazı özel gelenekler Cosette tarafından algılanamıyordu; mesela bir anne, ona genç bir kızın damasko bir elbise giymeyeceğini söylerdi ancak onun böyle akıl danışacağı kimsesi yoktu. Cosette siyah damasko elbisesi, mantosu ve beyaz krep bonesiyle dışarı çıktığı ilk gün neşeli, ışıltılı, pembe, gururlu, göz kamaştırıcı bir tavırla Jean Valjean’ın kolunu tuttu. “Baba.” dedi. “Beni bu kıyafetle nasıl buluyorsun?”
Jean Valjean, kıskanç bir adamın acı sesine benzeyen bir sesle cevap verdi: “Büyüleyici!” Yürüyüşleri sırasında her zamanki gibiydi. Eve döndüklerinde Cosette’e sordu: “Diğer elbiseni ve şapkanı tekrar giymeyecek misin, ne demek istediğimi anlıyor musun?”
Bu konuşma Cosette’in odasında gerçekleşmişti. Cosette, bir kenara kaldırmış olduğu öğrenci kıyafetlerinin asılı olduğu dolaba döndü. “İşte orada.” dedi babasına. “Baba, bununla ne yapmamı istiyorsun? Ah hayır, sakın aklına bile getirme! O korkunç kıyafetleri bir daha asla giymeyeceğim. Kafamda o makine gibi şey varken kendimi deli bir kadın gibi hissediyorum.”
Jean Valjean derin bir iç çekti. O andan itibaren, şimdiye kadar her zaman evde kalmak isteyen ve “Baba, ben burada seninle daha çok eğleniyorum.” diyen Cosette artık hep dışarı çıkmak istiyordu. Aslında haklıydı da. Güzel bir yüze ve zarif bir kostüme sahip olan biri, bunları sergilemezse kime ne faydası olurdu ki? Ayrıca Cosette’in arka bahçeyle ilgilenme hususunda aynı hevese sahip olmadığını fark ediyordu Jean Valjean. Artık bahçenin dışını tercih ediyor ve parmaklıkların önünde bir ileri bir geri dolaşmaktan hoşlanıyordu. Bu konuda çekinceleri olan Jean Valjean ise bahçeye hiç adım atmıyor, tıpkı bir yavru köpek gibi arka bahçesine saklanıyordu. Cosette, güzel olduğu bilgisini kazandıktan sonra bunun farkında olmama zarafetini kaybetmişti. Enfes bir zarafettir aslında bu çünkü içtenlikle artan güzellik tarif edilemez ve hiçbir şey, cennetin anahtarını farkında olmadan elinde tutarak yürüyen göz kamaştırıcı ve masum bir yaratık kadar sevimli değildir. Ama içten bir zarafetle kaybettiğini, dalgın ve ciddi bir çekicilikle kazanıyordu. Gençliğin, masumiyetin ve güzelliğin neşesiyle dolu bütün kişiliği, muhteşem bir melankoli soluyordu.
Marius, aradan altı ay geçtikten sonra onu bir kez daha Lüksemburg Bahçesi’nde gördü.
VI
Savaş Başladı
Kendi gölgesindeki Cosette, tıpkı Marius gibi ateş almaya hazır durumdaydı. Kader; esrarengiz ve ölümcül sabrı ile hepsi tutkunun fırtınalı elektriğiyle dolu olan ve çürüyen bu iki varlığı, iki bulutun şimşek yüklü olması gibi aşk yüklü bu iki ruhu, yavaş yavaş birbirine çekti ve alev alan bulutları birbiriyle çarpıştırdı. Aşk romanlarındaki bakışmalara dair öyle çok şey söylendi ki aslında artık bu konuda kelimelerin ne kadar kifayetsiz kaldığının herkes farkında. Bugünler, iki insanın yalnızca bakışlarının birleştiği günlerdi ama birbirlerine âşık olduklarını söylemeye kimse cesaret edemiyordu. Aralarında bu kıvılcımı çakmak için karşılaşan iki ruhun sarsıntısından daha doğal ne olabilirdi ki? Cosette hiç farkında olmadan Marius’ün aklını başından alan o bakışla baktığı anda, Marius de hiç farkında olmadan genç kızı coşkulandıran bir bakışla bakmıştı. Cosette uzun zamandır delikanlının farkındaydı ve içgüdüsel olarak her karşılaştıkları anda fırsat kollayarak genç delikanlıyı incelemişti. Marius’ün kendisini çirkin bulduğu günlerde bile kız onu alımlı buluyordu. Fakat kendisini umursamayan bu genç adama ilk rastladığı günlerde o da fazla ilgi göstermemiş, yine de onun saçlarının gürlüğünü ve ışıltısını, gözlerinin ifadesini, dişlerinin beyazlığını fark etmekten geri kalmamıştı. Marius arkadaşlarıyla konuşurken onu dinleyen genç kız, onun ses tonundan da hoşlanmış; yürürken biraz eğik durmasına rağmen yine de uyumlu yürüdüğünü, davranışlarının nezaketini, hiç de serseri bir tavrının olmadığını, tüm bedeninden tatlı ve gururlu bir asalet fışkırdığını, yoksul görünmesine karşın çok havalı olduğunu düşünmüştü. Bakışlarının karşılaştığı anda hissettikleri o tarifsiz duyguları gözleriyle birbirlerine söyledikleri gün, Cosette önce şaşırarak hiçbir şey anlamamıştı. Akşam, babasıyla Ouest Sokağı’ndaki evlerine geldiğinde derin düşüncelere dalmış ve bunun sonrasında Jean Valjean eski alışkanlıklarına dönerek altı hafta kalmak için Cosette’le buraya gelmişti. Genç kızın ertesi sabah ilk yaptığı iş, parkta görmüş olduğu o gizemli delikanlıyı düşünmek olmuş; uzun süre varlığından bile habersiz görünen o umursamaz adamın bu ilgisinden hiç de hoşlanmamıştı. Hatta o kibirli, yakışıklı genç adamın ilgisi onu öfkelendirmişti bile. İçten içe ona karşı gizli bir savaş gütmeye başlayarak bundan inanılmaz bir haz aldı ve sonunda ondan intikam almayı bile düşündü. Güzelliğini hissettiği günden başlayarak artık elinde çok güçlü bir silah vardı. Kadınlar böylesi zamanlarda her zaman dişiliklerini kullanmazlar mıydı zaten? Marius’ün onca zaman boyunca yaşamış olduğu kalp çarpıntılarını, umutsuzluklarını ve çektiği acıları okurlarımızın hepsi hatırlıyordur. O kıza ilgi duymaya başladığı andan itibaren artık ona yaklaşmaya çekinmiş, önünden bile geçmeyerek uzaktaki bir bankta oturmuştu hep. İşte Cosette’i asıl öfkelendiren şey de bu olmuş ve hatta bir gün babasına şöyle demişti: “Baba, bu tarafa doğru yürüyelim.” Delikanlının kendisine yaklaşmadığını fark eden genç kız, kendisi yaklaşmaya kararlıydı. Zaten hep böyle olmamış mıdır? Bir delikanlıda aşkın ilk işareti çekingenliktir, buna karşılık genç kız aşkta fütursuzca küstahlaşır.
Cosette’in o günkü bakışı Marius’ün aklını başından almış, buna karşılık Marius’ün bakışı da genç kızı altüst etmeyi başarmıştı ve ilk kez o günden sonra birbirlerine âşık olmaya başlamışlardı. Cosette’in kapıldığı ilk duygu açıklanamaz bir hüzün olmuş ve bir gün içerisinde sanki ruhu kararmıştı. Artık kendi ruhunu bile tanıyamayacak hâle gelmişti, aslında genç kızların