o iki odalı ekleri de bu mülkün içerisinde dâhil ediyoruz elbette. Dehlizin kapılarının kilitleri onarılmış, bazı tamiratlar yapılmış, avlunun aşınmış taşlarının yerine yenileri konulmuştu. Daha önce belirttiğimiz üzere köşk, eski yargıcın eşyalarıyla döşeliydi. Yeni kiracı, bu eski eşyaların da bir kısmını onartmış ve nihayet buraya yerleşmeye karar vermişti. Kimsenin dikkatini çekmeyecek biçimde, sanki kendi eski evine dönen birisi gibi ihtiyar bir adam, yanında genç bir kız ve yaşlı bir hizmetçi ile eve taşınmıştı. Komşulardan hiç ses çıkmadı çünkü komşuları yoktu. Bu kiracı, dostumuz Jean Valjean; genç kız ise Cosette idi. Hizmetçi kadın ise Jean Valjean’ın hastanede bulduğu ve yoksulluktan kurtardığı hastalıklı, kız kurusu, yaşlı bir kadındı. Bu üç özelliği, Jean Valjean’ın onu yanına almasını sağlamıştı. O evi Mösyö Fauchelevent ismiyle kiralamıştı. Tüm bu anlattıklarımızdan sonra herhâlde okurlarımız Jean Valjean’ı, Thénardier’den çok daha hızlı hatırlamıştır. Jean Valjean, Petit Picpus Manastırı’ndan niye ayrılmıştı? Neler olmuştu? Hiçbir şey olmamıştı aslında. Jean Valjean manastırda mutluydu, aslında o kadar mutluydu ki günün birinde vicdanı bu yüzden rahatsızlanmaya başladı. Her gün Cosette’i görüyor, ruhu her geçen gün bu çocuğu daha fazla benimsediğinden babalık sevgisinin içinde giderek geliştiğini hissediyordu. Kendi kendine Cosette’in kendisine ait olduğunu ve kimsenin onu alamayacağını söylüyordu. Günün birinde, Cosette’in rahibe olacağına ve bundan böyle o manastırın kendisi için olduğu gibi Cosette için de sürekli bir yuva olacağına inanmak istiyordu. Kendisi orada kalan günlerini geçirecek, Cosette orada büyüyecek, sonra Cosette orada ihtiyarlayacak ve Jean Valjean orada ölecekti; kısacası birbirlerinden asla ayrılmayacaklardı. Ancak bir süre sonra bu düşünceler onun aklını karıştırmış, vicdanen kendisini sorgulamaya başlamış ve bu şekilde dayatma bir yaşamla, farkında olmadan belki de kızının mutluluğunu çalmış olacağına inanmaya başlayınca başka çözüm yolları aramaya koyulmuştu. Kızının da kendi adına bir yaşam hakkı vardı ve ölmeden önce bunu kesinlikle bilmesi gerekiyordu. Ona sormadan böyle bir karara varmakla, belki onu hayatın acılarından korumuş oluyor ama belki de onu birçok mutluluktan da mahrum bırakıyordu. Onun saf duygularını böylesine kendince farklı bir hayata uyarlayarak, onun kaderiyle oynayarak böylece Tanrı’yı gücendireceğini düşünüyordu. Belki de Cosette hiç istemediği hâlde gönülsüzce rahibe olacak, günün birinde vazgeçtiği mutlulukları düşündüğünde kendisinden nefret edecekti! Bu son düşünce, onu diğer düşüncelerinden çok daha fazla altüst etti çünkü Cosette’in kendisini sevmekten vazgeçmesine kesinlikle katlanamazdı. Manastırdan ayrılmaya karar verdi.
Kararlıydı, kendi kendine üzülerek de olsa bunun zorunlu olduğunu söyledi. Buna karşı koyacak hiçbir şey bulamadı. Bu manastırda insanlardan uzak, gizli saklı geçirmiş olduğu beş yılın ardından, artık kimse tarafından tanınmayacağına ya da birilerinin onu yakalama girişiminde bulunmayacağına inanıyordu. Artık rahat rahat diğer insanların arasına çıkabilirdi. Bütün bu yıllar içinde çok yaşlanmıştı, onu bu hâliyle artık kim tanıyabilirdi ki? En kötüsünü dahi aklına getirip plan yapsa da her şeyin sadece kendi başına geleceğini biliyordu çünkü Cosette artık yeterince büyümüş ve kendisini kurtarmıştı, kimse ona karışamazdı. O bir zamanlar bir kürek mahkûmuysa kızın da manastırda kapalı kalarak yargılanmaya hakkı yoktu. Hem görevin karşısında, tehlikenin ne önemi vardı ki? Fakat yine de tedbiri elden bırakmayacak, ilgi çekmemek için önlemler almaktan elbette ki geri kalmayacaktı. Cosette’in eğitimine gelince neredeyse bitmiş sayılırdı. Jean Valjean bir kez karar verdikten sonra, bunu uygulamak için uygun bir fırsat kolladı ve beklediği fırsat da Fauchelevent Baba’nın ölmesiyle çok geçmeden ayağına geldi. Jean Valjean, Başrahibe’yle bir görüşme talebinde bulundu ve kardeşinin ölümünden sonra ona kalan önemsiz bir mirastan dolayı artık çalışmak istemediğini bildirdi. Manastırdan ayrılacak ve kızını da götürecekti ama Cosette kararlaştırdıkları gibi rahibe olmayacağı ve karşılıksız eğitilmiş olduğundan, manastıra yapacağı beş yılın karşılığı olan beş bin franklık bir bağışın kabul edilmesini rica etti. İşte böylece Jean Valjean oradan ayrıldı. Manastırdan ayrılırken hiç kimseye emanet edemediği o küçük bavulu da kolunun altında tutuyordu. Anahtarını üzerinde taşıyordu. Cosette onun içindekileri çok merak ediyor, bavuldan yayılan o naftalin kokusu kızın çok hoşuna gidiyordu. Bu noktada kısa bir bilgi daha vermek isteriz, Jean Valjean o valizinden ölünceye kadar hiç ayrılmadı ve nereye giderse gitsin her zaman odasının bir köşesinde muhafaza etti. Taşındığında yanında götürdüğü tek şey bu oldu. Cosette onunla bu konuda şakalaşır ve bu bavula “vazgeçilmeyen” ismini vererek “Baba, onu gerçekten çok kıskanıyorum.” derdi. Elbette Jean Valjean ilk dışarı çıktığı anda çok endişelendi; Plumet Sokağı’ndaki evi, Ultime Fauchelevent adıyla tutarak hemen buraya taşındı ama önlem amacıyla Paris’te farklı yerlerde iki daire daha kiraladı. Böylece uzun zaman aynı yerde kalmasına gerek kalmıyor, gerekli gördüğü zamanlarda yer değişikliği yapabiliyordu. Yıllar önce Javert’in elinden mucizevi biçimde kurtulduğu o geceki gibi dikkatsiz davranmak istemedi, her zaman o kadar talihli olamazdı. Bu birbirlerinden oldukça uzak iki ayrı mahallede bulunan iki daire aslında çok sade ve yoksul döşenmiş evlerdi. Biri Ouest Sokağı’nda, diğeri daha da sefil görünümlü olan l’Homme-Armé Sokağı’ndaydı. Buralarda bir ya da bir buçuk ay kalır, Cosette’i yanında götürür, hizmetçi kadını yanına almazdı. Orada işlerini kapıcılara gördürür, kendisine bir emekli havası verirdi. İşte bu sayede, iyi yürekli bu yaşlı adamın polisten kaçmak için Paris’te üç ayrı evi vardı.
II
Jean Valjean Muhafız Alayında
Zamanının büyük bir bölümünü Plumet Sokağı’ndaki o evde geçirirdi ve orada kendisine aşağıda anlatacağımız düzende bir hayat ayarlamıştı: Cosette ve hizmetçi köşkte kalırlardı. Cosette pencere ve kapıları yağlı boyalı güzel yatak odasında yatar, yaldızlı mobilyalarla döşeli oturma odasında oyalanır, duvarları antika halılarla kaplı ve geniş koltukları olan kocaman salonda kalırdı. Bahçe de ona aitti. Jean Valjean, genç kızın odasına kareli perdelerle süslü, ayaklı bir somya satın almış ve antikacı Gaucher Ana’dan aldığı bir İran halısını ayak ucuna serdirmişti. Bu eski zaman mobilyalarının sadeliğine bir renk, bir ifade katmak için Cosette’in salonunu çeşitli biblolarla süsletmişti: küçük bir dolap, bir kitaplık, ciltli kitaplar, yazı takımı, kurutma kâğıdı, sedef kakmalı dikiş masası, Japon porseleninden yapılma güzel bir tuvalet takımı… Yatak perdeleri gibi kırmızı fon üzerine üç renkli kareli perdeler, birinci katın pencerelerinden sarkıyordu. Giriş katının perdeleri ise çiçek desenli, kalın dokuma kumaştandı. Her odaya birer ocak da yerleştirdiğinden böylece kış ayları geldiğinde ev gayet güzel ısıtılabiliyordu. Jean Valjean ise dipteki avluda dehlize açılan o iki odada yaşardı. Taşınabilir bir karyola, ince bir yatak, tahta bir masa, iki hasır iskemle, bir sürahi, bir tahta rafta birkaç kitap; bütün eşyaları bundan ibaretti. Ah, elbette bir de o asla yanından ayırmadığı bavulunu unutmayalım. Odada şömine olmadığından içerisi hiç ısıtılmazdı. Yemeklerini Cosette’le yerdi ve kendi tabağına sadece bir dilim kara ekmek koydurturdu. Eve taşınıp hizmetçi kadını işe aldığında onunla şöyle konuşmuştu: “Genç bayan evin hanımıdır.” Hizmetçi şaşkınca “Peki ama siz efendim?” diye sorduğunda şu yanıtı almıştı: “Ben efendiden daha öteyim, ben babayım.” Manastırda ev işleri yapmayı öğrenen Cosette, evin yönetimini severek üstlenmişti. Neredeyse her gün Jean Valjean, Cosette’i dışarı çıkarıp onunla yürüyüşler yapmayı âdet edinmişti. Onu Lüksemburg Bahçesi’ne götürür, en tenha yollardaki banklarda otururlar, her pazar Saint-Jacques-du-Haut-Pas Kilisesi’ndeki sabah duasına giderlerdi; kilise oldukça