Виктор Мари Гюго

Sefiller II. Cilt


Скачать книгу

tamamına mal oldu onların bu planı. Hemen araştırma yapıldı ve tutukluların oturma odalarında asılı fiyatlardan elli meteliğin şöyle dağıtıldığı öğrenildi: O üç siparişten biri, Panthéon’a on metelik; biri Valde-Grâce’a on beş metelik ve diğeri de Grenelle Kapısı’na yirmi beş metelik. Oysa Panthéon, Val-de-Grâce ve Grenelle Kapısı’nda azılı üç hırsız bulunuyordu. Bunlar Bizarro lakabını taşıyan Kruideniers, cezasını çekip serbest bırakılan bir forsa olan Glorieux ve Barre-Carosse idi. Bu adamların Patron Minette üyeleri olduğu düşünülüyordu; bu liderlerden ikisi, Babet ve Gueulemer yakalanmıştı. Evlere değil, sokakta kendilerini bekleyen kişilere gönderilen mesajların işlenen bir suçla ilgili bilgiler içermesi gerektiği varsayıldı. Başka kanıtlara da sahiplerdi, üç serseri yakalandı ve Brujon’un entrikalarından birinin açığa çıkarıldığına inanıldı. Bu önlemler alınmadan üç hafta önce, bir gece, Yeni Bina yatakhanesini kontrol eden bir gardiyan denetleme jetonunu kutuya atarken ki nöbetçilerin görevlerini yapıp yapmadıklarını kontrol etmek için bu yönteme başvururlardı, yatakhane penceresinden Brujon’un daha yatmamış olduğunu, yatağının üzerinde oturduğunu gördü. Bir kâğıda bir şeyler yazıyordu. Gardiyan içeri girdi, Brujon bir ay tecrit hücresine konuldu ancak yazdıklarını alamadılar. Polis bu konuda daha fazla bir şey öğrenmedi.

      Ancak ertesi sabah Charlemagne Avlusu’ndan, “Aslanlı Çukur”un iki avluyu bölen çatısı üzerinden bir seyisin gönderildiği öğrenildi. Cezaevindekilerin dilinde “seyis” ismi verilen şey; “İrlanda’ya” atılmış, iyi yoğrulmuş bir ekmek parçasıdır. Bu da bir kelime oyunudur; yani “İngiltere’den İrlanda’ya” atılıyor, bir kıtadan diğerine atıldığı ima ediliyordu. Bu hamur topağı avluya düşüyor, eğer bir tutuklu alırsa hemen açıyor, içinde ismi yazılı bir tutukluya iletilecek bir pusula buluyor ve bunu alacak kişiye veriyordu. Bu bir gardiyanın ya da ispiyonculuk eden bir tutuklunun eline düşerse işte o zaman pusula polise iletiliyordu. Bu sefer atılan “seyis” yerini bulmuş, pusulanın yazıldığı kişi Patron Minette’in dört liderinden biri olan Babet’nin eline ulaşmıştı.

      Notta şunlar yazılıydı: Babet! Plumet Sokağı’nda, parmaklıklı bir bahçede ekmek var. İşte Brujon gece bunları yazmıştı. Babet iş bilir, hünerli bir adamdı. Ne yapıp etti, üstünü arayanlardan pusulayı saklayıp Salpêtrière Cezaevindeki bir “kız arkadaşına” iletti, bu kişi pusulayı iyi tanıdığı Magnon isimli bir diğer kadına aktardı. Bu kadın ise okurlarımızın da Magnon ismiyle hatırlayacağı Mösyö Gillenormand’a şantaj yapan hizmetçi kadındı. Polis, Magnon isimli bu kadından kuşkulanıyordu; kadının Thénardierlerle ilişkisi vardı ve Madelonnettes Islahevinde kalan Éponine’i ziyaret ederek Salpêtrière ile Madelonnettes arasında bir ilişki kurabilirdi. Tam o sırada Thénardierlerin kızları aleyhinde yeterli kanıt olmadığından ve yaşlarının da küçük olmasından dolayı serbest bırakıldı. Éponine ile Azelma ıslahevinden çıktılar. Magnon, Éponine’i Madelonnettes Islahevinin çıkışında kapıda bekliyordu. Brujon’un Babet’ye yazdığı o pusulayı kıza vererek ondan bu işi aydınlatmasını istedi. Éponine; Plumet Sokağı’na gitti, sözü edilen parmaklıklı bahçeyi buldu, evi izledi, birkaç gün öylece bekledi. Daha sonra Clocheperce Sokağı’nda oturan Magnon’a bir bisküvi götürdü. Magnon bu bisküviyi Babet’nin Salpêtrière’de tutuklu olan metresine iletti. Cezaevlerinin o karanlık ve simgesel dilinde, bir bisküvi “ekmek yok” anlamına geliyordu. Ve bundan bir hafta sonra, biri sorguya giderken ve diğeri sorgudan dönerken, La Force Cezaevinin avlusunda Babet ile karşılaşan Brujon şöyle sordu: “Tamam? P. Sokağı’na ne oldu?”

      “Bisküvi.” dedi Babet. Brujon’un planladığı bu suç da böylece sonuçsuz kaldı. Ancak bu durum Brujon’un programından tamamen farklı sonuçlar doğurdu. Okuyucu bunların ne olduğunu görecektir. Çoğu zaman bir ipi düğümlediğimizi sandığımızda bir başkasını bağlarız.

      III

      Mabeuf Baba’nın Gördükleri

      Marius artık kimseyi görmeye gitmiyor ama bazen tesadüfen Mabeuf Baba ile karşılaşıyordu. Marius kiler merdiveni denebilecek, ışıksız, tepeden yürüyenlerin ayak seslerinin duyulduğu yerlere giden o hüzünlü basamaklardan yavaş yavaş inerken Mösyö Mabeuf de onun yanına iniyordu. Cauterets Çevresinin Florası artık hiç satılmıyordu. Austerlitz’in kötü bir manzaraya sahip küçük bahçesinde çivit otu üzerinde yapılan deneyler başarılı olmamıştı. Mösyö Mabeuf orada sadece gölgeyi ve nemi seven birkaç bitki yetiştirebiliyordu. Buna rağmen cesareti kırılmadı. Jardin des Plantes’da çivit otu denemelerini “kendi pahasına” yapmak için iyi bir fırsatla bir köşe elde etmişti. Bu amaçla Flora’nın bakır levhalarını rehine vermişti. Kahvaltısını iki yumurtaya indirdi ve bunlardan birini son on beş aydır maaşını ödemediği yaşlı hizmetçisine bıraktı. Ve çoğu zaman kahvaltısı tek öğünüydü. Artık çocuksu gülümsemesiyle gülmüyordu, asık suratlıydı ve ziyaretçi almıyordu. Marius oraya gitmeyi düşlememekle iyi etmişti. Bazen Mösyö Mabeuf’ün Jardin des Plantes’a giderken yolda olduğu saatte, yaşlı adam ile genç adam, Hôpital Bulvarı’ndan yan yana geçerlerdi. Konuşmazlar ve sadece kafalarını eğerek birbirlerini selamlamakla yetinirlerdi. Yürek parçalayıcı bir şey, sefaletin bağları kopardığı bir an mutlaka gelir! Bir zamanlar dost olan bu iki adam artık sadece yoldan geçerken tesadüfen karşılaştıkları birer tanıdık hâline dönüşmüştü. Kitapçı Royal ölmüştü. Mösyö Mabeuf artık kitaplarını, bahçesini ve çivit mavisini tanımıyordu; bunlar onun için mutluluk, zevk ve umudun üstlendiği üçlüydü. Bu, onun yaşamı için yeterliydi. Kendi kendine şöyle dedi: “Mavi toplarımı yaptığım zaman zengin olacağım, bakır levhalarımı rehinciden alacağım; aldatmaca, bol para ve gazete ilanlarıyla Flora’mı yeniden modaya sokacağım ve satın alacağım, Pierre de Médine’in Denizcilik Sanatı’nın ahşap oymalı, 1655 baskısının nerede olduğunu çok iyi biliyorum.” Bu arada, bütün gün çivit otu tarlası üzerinde çalışıyor, geceleri bahçesini sulamak ve kitaplarını okumak için eve dönüyordu. O çağda Mösyö Mabeuf neredeyse seksen yaşındaydı. Bir akşam tuhaf bir biçimde sanki bir hayalet gördüğünü düşündü. Henüz güpegündüz iken eve dönmüştü. Sağlığı giderek kötüleşen Anne Plutarque hasta ve yataktaydı. Yemek yemiş, üzerinde biraz et kalmış bir kemik ve mutfak masasının üzerinde bulduğu bir parça ekmeği almış, bahçesindeki bir sıranın yerini alan devrilmiş bir taş direğe oturmuştu. Bu sıranın yanında, meyve bahçelerindeki modaya uygun olarak, kiriş ve kalaslardan yapılmış çok harap bir tür büyük sandık, zemin katta bir tavşan kafesi, birinci katta bir meyve dolabı vardı. Aslında kafeste tavşan yoktu artık fakat meyve bölümünde geçen mevsimden kalan birkaç elma vardı. Mösyö Mabeuf gözlüklerini takmış ve çok zevk aldığı iki kitaptan birini okumaya koyulmuştu. Aslında bu kitaplar kendisini biraz huzursuz ediyordu. Küçüklüğünden bu yana ürkek bir yapısı olan bu ihtiyar adamın tuhaf batıl inançları bulunmaktaydı. Bu kitaplardan ilki Başkan Delancre tarafından yazılan İblislerin Vefasızlığı, diğeri ise Mutor de la Rubaudière’in Vauvert Şeytanları ve Bievre Cinleri’ydi. Cinler hakkındaki bu kitap, Mabeuf Baba’nın ilgisini fazlasıyla çekiyordu çünkü bulunduğu bahçede çok eski yıllarda küçük cinlerin yaşadığı söyleniyordu. Güneş ufuktan çekilmiş, gün batımı çökmek üzereyken bulunduğu yer gölgelerle dolmaya başlamıştı. Mabeuf Baba bir yandan elindeki kitabı okuyor, öte yandan bahçesindeki çiçeklere bakıyordu. Güzel bir ortanca, onun şu son günlerde en büyük tesellisiydi ama dört gün süren kızgın güneş ve rüzgâr o hoş ortanca bitkisini fazlasıyla soldurmuştu. Çiçeğin sapları bükülmeye, tomurcukları solmaya ve yaprakları dökülmeye başlamış; bir gün daha su verilmeyecek olursa kesinlikle tamamen solup gidecek hâle gelmişti. Mösyö Mabeuf, bitkilerin de tıpkı insanlar gibi ruhları