için evden çıktığı bir gün, hayatına da son verebilir.
Aşırı hayalcilik, sadece Escousse ve Lebrasları yaratır. Marius gözlerini artık göremediği sevgiliye çevrili hâlde o yokuşu yavaş adımlarla iniyordu. Burada bahsettiklerimiz size tuhaf ve aşırı gelebilir ancak hepsi, kelimesi kelimesine doğrudur. Ortadan kaybolan birinin hatıraları insanı yakar kavurur, onu kesinlikle eritip tüketene kadar peşini bırakmaz. Marius’ün aklında fikrinde, gecesinde ve gündüzünde sadece o sevdiği kız vardı ve artık hiçbir şey düşünemeyecek durumdaydı. Eski giysisinin giyilemeyecek hâlde olduğunun, yenisinin eski bir paçavraya döndüğünün, gömleklerinin ve şapkasının eskidiğinin, ayakkabılarının parçalandığının hatta ve hatta bütün hayatının darmadağın olduğunun bile farkında olmadan sürekli olarak, “Keşke onu tekrar görebilsem!” diyerek oradan oraya savruluyordu. Kızın ona sevgiyle bakan bakışlarını bir kez olsun görmüştü en azından ve tek tesellisi de buydu. Genç kız, Marius’ün ismini bile bilmeden onun ruhunu tanımıştı ve kim bilir belki de şimdi bulunduğu yerde bile hâlâ kendisini sevmeyi sürdürüyordu. Marius onu nasıl düşünüyorsa belki o da kendisini düşünüyordu. Kimi zaman, her sevenin düşüneceği gibi, “Belki o da benim onu düşündüğüm gibi beni düşünüyordur.” diyerek kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Hemen sonrasında bu yanılgılara kendisi de inanmayarak başını sallardı fakat böyle düşündükten sonra ruhuna umuda benzeyen ışıkların saçıldığını hissediyordu. Bazen de “ona yazmak” adını verdiği bir eylemle, bazı geceleri büyük bir kederle bir deftere ona dair en derin duygularını yazıyordu. Tüm bu anlattıklarımızdan Marius’ün delirdiğini düşünmenizi istemeyiz, aksine o sadece yaşadığı büyük umutsuzluktan çalışma yeteneğini kaybetmişti. Bu duyguların etkisiyle aslında hiçbir şeyi dikkatinden kaçırmıyor, hiçbir şey onu yanıltmıyordu. Her an hayatın, insanlığın ve yazgının anlamına bir şeyler ekliyor; en derin acıların içerisinde bile kendisini mutlu hissediyordu. Günler günleri, haftalar haftaları takip ediyor; Marius artık gidebileceği bir yol olmadığını her geçen gün daha şiddetle hissediyordu. “Tanrı’m, onu bir daha asla göremeyecek miyim?” diye sürekli olarak kendi kendine soruyordu. Saint-Jacques Sokağı’na gelindiğinde, şehir kapısının ardından yüründüğünde, cadde içine girilerek sola dönüldüğünde; Santé Sokağı’na, sonrasında da Glacière’e çıkılıyordu. Küçük bir nehir olan Gobelins Deresi’nin kıyılarına gelmeden önce bir çayır görünüyordu. Burası, uzun bir kemer gibi Paris caddelerini sarıyordu ve bu caddelerin arasında insanın tek oturmak istediği yer Ruysdael idi. Yemyeşil çayırlık bir alan, iplerde kuruyan çamaşırlar, XIII. Louis zamanından kalma çatı katı pencereleriyle tuhaf bir şekilde delinmiş ve bahçıvanların oturdukları bir çiftlik olması; virane çitler ve söğütler altından huzur içinde akan bir dere, kadınların çamaşır yıkarken söyledikleri şarkılar, uzaklarda görünen Panthéon, Sağır-Dilsizler Yurdu, Val-de-Grâce ve daha ileride Notre Dame Kilisesi’nin sade manzarası ve bütün bunlardan yükselen muhteşem bir güzellik, insanı tam anlamıyla büyülüyordu. Ancak bu kadar güzel olmasına rağmen buralara pek kimse gelmez, sadece ara sıra birkaç at arabası gelip geçerdi. Marius bir gün yürüyüşü sırasında, o derenin kenarına geldi. O gün de rastlantıyla oradan biri geçiyordu. Marius manzaradan büyülenmiş bir hâlde, adama sordu: “Adı nedir buranın?”
“Tarla Kuşu, denir buraya.” dedi adam ve ekledi: “Efsaneye göre Ulbach burada Ivryli çoban kızı öldürmüş.”
Bu konuşmadan Marius’ün aklında kalan tek şey ise “Tarla Kuşu” ismi olmuştu. Hayalci biri çoğu zaman tek bir kelimenin etkisiyle donup kalır, düşüncelerin tamamı sadece o kelimenin üzerinde odaklanırdı. Tarla Kuşu ismi Marius’e sevdiği kızı hatırlatmıştı, zihninde artık onu Ursule diye yaşatmadığından ona böyle hitap ediyordu. “Dur.” dedi kendi kendine, bu gizemli yanlara özgü bir tür mantıksız sersemlikle. “Burası onun çayırı. Şimdi nerede yaşadığını biliyorum.”
Saçmaydı ama karşı konulamazdı.
Ve her gün Tarla Kuşu Çayırı’na gitmeye başladı.
II
Embriyo Olan Suçların Cezaevlerindeki Kuluçkası
Javert, başarmış olduğu işten memnun olmasına rağmen Gorbeau Evi’nde oluşan karmaşanın ardından şüpheli ve haydutları ele geçirmişti; elleri bağlı bulunan ve çok değerli olduğu belli olan adamı elinden kaçırmış olması onu kaygılandırıyordu. Ayrıca, Montparnasse da Javert’den kaçmıştı. O “şeytanın züppesi”ni yakalamak için başka bir fırsat beklenmeliydi maalesef. Aslında Montparnasse, bulvarın ağaçlarının altında nöbette dururken Éponine ile karşılaşmış ve babasıyla Schinderhannes yerine kızıyla Nemorin olmayı tercih ederek onu götürmüştü. Bunu yapması iyi olmuş, böylece özgür kalmıştı. Éponine’e gelince Javert onun yakalanmasına neden olmuştu, en azından bununla kendisini teselli ediyordu. Éponine, Les Madelonettes’te Azelma’ya katılmıştı. Ve nihayet, Gorbeau Evi’nden La Force’a giderken başlıca mahkûmlardan biri olan Claquesous da ortadan kaybolmuştu. Bunun nasıl gerçekleştiği bilinmiyordu; polis ajanları ve çavuşlar bunu kesinlikle anlayamamışlardı. Kendisini buhara çevirmiş, kelepçelerden sıyrılmış, arabanın yarıklarından sızmış ve kaçmıştı; tüm söyleyebildikleri, hapishaneye vardıklarında Claquesous’nun olmadığıydı. Bunda ya cinlerin ya da polisin parmağı vardı. Claquesous, sudaki bir kar tanesi gibi gölgelerin içinde erimiş miydi? Polis ajanlarının açık bir şekilde bu duruma göz yumması mı söz konusuydu? Bu adam düzen ve düzensizliğin ikili muammasına mı aitti? İhlal ve baskı ile eş merkezli miydi? Bu sfenksin ön patileri suçta ve arka patileri otoritede miydi? Javert bu tür tavizleri kabul etmeyen bir karaktere sahipti ve bu tür tavizlere karşı sert bir tavır takınırdı ama ekibinde kendisinden başka, belki de emniyetin sırlarına astları olmalarına rağmen ondan daha vâkıf olan başka müfettişler de vardı ve Claquesous o kadar kötü bir adamdı ki çok iyi bir ajan da olabilirdi. Yeraltı hayatının bütün inceliklerini bilen biri, hem hırsızlık hem de polis için çok uygundur. Bu tip katiller iki yanı keskin bıçaklara benzer. Yine de ne olursa olsun kaybedilen Claquesous bir daha bulunamadı. Javert de buna hem içerledi hem şaşırdı fakat öfkesi müthişti. Marius’e gelince Javert, ismini bile unuttuğu o avukatı o kadar önemsememişti. Aslında bir avukat nasıl olsa bulunurdu ama o adamın bir avukat olduğundan bile emin değildi ki! Soruşturma başlatılmıştı.
Yargıç, Patron Minette çetesinin bu adamlarından birinin gevezelik edeceğini umarak yakın bir yere koymamanın uygun olacağını düşünmüştü. Bu adam Petit-Banquier Sokağı’nın uzun saçlı adamı Brujon’du. Charlemagne Avlusu’nda serbest bırakılmıştı ve gözcülerin sıkı takibindeydi. Bu Brujon ismi aslında La Force Cezaevinin anılarındadır. Yeni Bina’nın avlusunda, “Aslanlı Çukur” isimli korkunç yerde; üstü lekelerle dolu, çatlaklarla, yarıklarla aşınmış, çatıya dek yükselen duvarda açılan paslı bir demir kapıdan eski günlerde düklerin sarayı olan La Force’un kilisesine geçilirdi. Solda çatılarla aynı hizaya gelen, La Force’un dük konutunun eski şapeline açılan paslı demirden eski bir kapının yanında; daha sonra haydutlar için bir yatakhaneye çevrilen, on iki yıl önce bir çiviyle kabaca taşa oyulmuş bir tür kale ve onun altında şu imza hâlâ görülebiliyordu:
BRUJON, 1811
1811’in Brujon’u, 1832’deki Brujon’un babasıydı. Okuyucunun Gorbeau Evi’nde bir anlığına yakaladığı Brujon; şaşkın ve kederli bir havaya sahip, çok kurnaz ve hünerli bir gençti. Yargıç; bu kederli havanın bir sonucu olarak onu Charlemagne Avlusu’nda, hapsinden daha yararlı olacağını düşünerek serbest bırakmıştı. Hırsızlar adaletin eline düştükleri için mesleklerine ara vermezler. Böyle önemsiz bir şey tarafından becerilerinin sönmesine