bile elma toplayamamış. Sonra, anne: “Üç Göz, sen tırman; üç gözünle Tek Göz’den daha iyi görürsün.” demiş. Tek Göz aşağı inmiş, Üç Göz tırmanmış. Üç Göz daha yetenekli gibiymiş, istediği yerlere bakabiliyormuş ancak altın elmalar ondan da kaçıyormuş. Sonunda annesi de sabırsızlanmış ve tırmanmış ama elini sürekli boşa salladığı için Tek Göz ve Üç Göz’den daha başarılı olamamış.
Daha sonra, İki Göz: “Sadece tırmanacağım belki daha başarılı olurum.” demiş. Kardeşleri: “Sen gerçekten o iki gözünle başarılı olacağını mı sanıyorsun?” demişler. Ancak İki Göz ağaca çıktığında elmalar ondan kaçmamışlar ve kendi istekleriyle eline gelivermişler birbiri ardına, toplayabilsin diye. Sonunda bir önlük dolusu elmayla aşağı inmiş. Annesi hemen elmaları almış ve ona daha iyi davranacağına, sırf meyveleri toplayabildi diye onu kıskanıp daha da kötü davranmaya başlamış.
Bir gün herkes ağacın yanında dururken genç bir şövalye yanlarına yaklaşmış. “Çabuk, İki Göz!” diye bağrışmış iki kız kardeş. “Şunun altına saklan da bizi rezil etme.” demişler ve bütün süratleriyle yanlarında duran boş fıçıyı İki Göz’ün üzerine kapatıp toplamış olduğu altın meyveleri de bu boş fıçının altına itmişler. Şövalye daha da yaklaştığında yakışıklı bir lord olduğu anlaşılmış. Lord, durup bu gümüş ve altınla dolu muhteşem ağaca hayranlıkla bakmış. “Bu güzel ağaç kime ait? Bu ağaçtan bana bir dal bahşeden, karşılığında dilesin benden ne dilerse.” demiş. Tek Göz ile Üç Göz, ağacın kendilerine ait olduğunu ve dalı ona vereceklerini söylemişler.
İkisi de çok uğraşmış ama dallar ve meyveler kaçtıkları için başarılı olamamışlar. Sonra şövalye: “Ağacın size ait olması ama sizin bir dal dahi koparamamanız çok ilginç.” demiş. İki kardeş yine de ağacın kendilerinin olduğunu iddia etmiş. Tam da bu sırada gerçeği söylemedikleri için Tek Göz ve Üç Göz’e sinirlenen İki Göz, fıçının altından iki adet elmayı şövalyenin ayağına doğru yuvarlayıvermiş. Elmaları gören şövalye, hayretler içinde kalmış ve elmaların nereden geldiğini sormuş. Tek Göz ve Üç Göz sıradan insanlar gibi iki gözü olduğu için kendisini göstermesine müsaade etmedikleri üçüncü bir kız kardeşleri daha olduğu cevabını vermişler. Ancak şövalye onu görmekte ısrar etmiş ve bağırmış: “İki Göz, çık ortaya!”
Daha sonra İki Göz, içi rahat bir şekilde fıçının altından çıkmış ve şövalye onun güzelliğine şaşırarak: “Sen, İki Göz, gerçekten benim için bir dal koparabilir misin?” diye sormuş. “Evet.” demiş İki Göz. “Ağaç bana ait olduğu için kesinlikle yapabilirim.”
Sonra ağaca tırmanmış, kolaylıkla gümüş yapraklı ve altın meyveli dalı koparıp şövalyeye vermiş. Şövalye ona: “İki Göz, ne istersin benden bunun karşılığında?” diye sormuş. “Yazık bana.” demiş İki Göz. “Sabahın ilk saatlerinden, gecenin geç saatlerine kadar açlık, susuzluk ve keder içinde acı çekiyorum. Eğer beni yanında götürür ve bunlardan kurtarırsan mutlu olurum.”
Böylece şövalye İki Göz’ü atına almış; onu evine, babasının şatosuna götürmüş; ona güzel elbiseler almış ve istediği kadar et ile içecek vermiş. Sonra da ona âşık olduğu için dillere destan bir düğünle evlenmiş.
İki Göz, yakışıklı şövalye tarafından götürüldüğünde iki kız kardeşi hasetlerinden çatlamışlar. “Bu muhteşem ağaç, yine de bizimle birlikte.” diye avunarak: “Her ne kadar biz meyvelerini toplayamasak da herkes bu ağacı seyredecek, bize gelecekler ve hayran olacaklar. Kim bilir bizi ne güzellikler bekliyordur…” diye düşünmüşler. Ancak ertesi sabah ağaç kaybolmuş ve bütün umutları sönmüş, gitmiş. İki Göz ise küçük odasının penceresinden her baktığında ağacı gördüğüne çok mutlu olmuş çünkü ağaç hep onu takip etmiş ve camının önünde durmuş.
İki Göz hep mutlu yaşamış. Bir keresinde, iki kadın kalesine gelip sadaka istemiş. İki Göz onlara bakıp kim olduklarını hemen anlamış, bu gelenler kız kardeşleriymiş. Tek Göz ve Üç Göz, o kadar açlık içindelermiş ki dolaşıp dilencilik yapmak zorunda kalmışlar. Ancak İki Göz onlara kucak açmış, nazik davranmış ve isteklerini yerine getirmiş; öyle ki gençliklerinde kız kardeşlerine yaptıkları fenalıklar için her ikisi de bütün kalpleriyle tövbe etmişler.
Zembil, Şapka ve Borazan
Bir zamanlar üç erkek kardeş varmış. Üçü de günden güne o kadar fakir düşmüş ki hiç yiyecekleri kalmamış.
Aralarında konuşmuşlar ve: “Bu böyle gidemez, yollara düşelim ve talihimizi arayalım.” diyerek yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler ama talih yüzlerine hiç gülmemiş. Derken günün birinde koskoca bir ormana gelmişler. Bu ormanın ortasında bir dağ varmış. Yaklaştıklarında bu dağın gümüşten olduğunu görmüşler. En büyük oğlan: “Ben kendi talihimi buldum, bundan daha fazlasını istemem.” demiş ve bu dağdan taşıyabildiği kadar gümüş alarak tekrar eve dönmüş.
Diğer iki kardeş: “Biz daha fazlasını istiyoruz, sadece gümüşle yetinmeyiz.” diyerek dağa hiç el sürmeden yollarına devam etmişler. Birkaç gün gittikten sonra bir dağa daha ulaşmışlar. Bütün dağ altındanmış. Ortanca oğlan durup düşünmüş, kendinden pek emin olamamış. “Ne yapsam? Buradan altın alıp da ömrümün sonuna kadar rahat mı yaşasam yoksa yoluma devam mı etsem?” diye söylenmiş. Sonunda ceplerini altınla doldurarak ve kardeşine “Hoşça kal.” diyerek eve dönmüş. Üçüncü oğlan: “Gümüşle altın bana vız gelir; ben talihimi küstürmeyeceğim belki daha iyi bir ödül alırım.” diyerek yoluna devam etmiş. Üç gün sonra ilkinden çok daha büyük, ucu bucağı belli olmayan ikinci bir ormana gelmiş. Ne yiyeceği ne de içeceği kaldığı için neredeyse ölecekmiş. Bu yüzden ormanın sonunu görebilmek amacıyla bir ağaca tırmanmış ama nereye baktıysa ağaç tepelerinden başka bir şey görememiş ve ağaçtan inmeyi düşünmüş. Açlık canına o kadar tak etmiş ki: “Bir kere karnımı doyursam, başka bir şey istemem.” diye söylenmiş. Aşağı iner inmez ağacın altında, üstü mis gibi kokan yemeklerle dolu bir masa görünce çok şaşırmış.
“Bu kez isteğim tam zamanında gerçekleşti.” diye mırıldanarak yemeği kimin pişirdiğini, kimin getirdiğini sorgu sual etmeden sofraya oturmuş ve karnı doyana kadar afiyetle yemiş. Daha sonra: “Şu incecik beyaz masa örtüsü bu ormanda kalırsa paralanıp gider, yazık olur.” diyerek örtüyü özenle katlayıp cebine koymuş. Sonra yoluna devam etmiş ve akşam yine karnı acıkınca örtüyü çıkarıp sermiş.
“Keşke yine üstünde güzel yemekler olsa.” demiş ve bu sözcükler ağzından çıkar çıkmaz tabaklar dolusu leziz yemekler sofrayı doldurmuş.
“Bu yemeklerin hangi mutfakta piştiğini anladım, ben bunu altın ve gümüş dağlara tercih ederim.” demiş.
Yine de bu örtü onu, dünyayı dolaşarak talihini aramaktan alıkoyamamış. Bir akşam ıssız bir ormanda, üstü başı kapkara bir oduncuya rastlamış. Kömür yakmış, ocağa patates sürmüş, yemek hazırlıyormuş.
“Merhaba, kardeş, ne yapıyorsun buralarda yapayalnız?” diye sormuş.
“Her gün yaptığım şeyi.” diye karşılık vermiş ormancı. “Her akşam patates yiyorum, misafirim olmak ister misin?”
“Çok teşekkür ederim ama bana ikram edersen sana bir şey kalmayacak. Asıl sen benim misafirim ol!” demiş adam.
“Sofrayı kim kuracak peki? Bakıyorum da yanında hiçbir şey yok. Birkaç