akşam yemeğini ağabeyiyle ve yengesiyle yedi. Joseph’le ben de kavgalı, patırtılı, huzursuz bir yemek yedik. Onun pastasıyla peyniri ise periler gelip yesinler diye bütün gece masanın üzerinde durdu. Dokuza kadar işiyle oyalandı; sonra, hiç kimseye bir şey söylemeden asık suratla odasına çekildi.
Cathy, gece geç vakitlere kadar oturdu. Yeni arkadaşlarına vereceği ziyafet için bir sürü hazırlık yapması gerekmişti. Bir kere de eski arkadaşıyla bir-iki kelime konuşmak için mutfağa uğradı ama o gitmişti. Kız da sadece arkadaşının nesi olduğunu sorup geri döndü.
Ertesi sabah, oğlan erken kalktı. Tatil olduğu için, dertli başını alıp kırlara çıktı. Ev halkı, kiliseye gidinceye kadar da ortalıkta görünmedi. Oruç tutmak, düşünmek ona iyi gelmişti. Bir süre çevremde dolaştıktan sonra cesaretini toplayıp birdenbire şöyle dedi:
“Bana çekidüzen ver, Nelly. Artık düzelmek istiyorum.”
“Geç bile kaldın, Heathcliff.” dedim. “Catherine’i de üzdün. Bana sorarsan kız eve döndüğüne de pişman oldu. Galiba, onunla senden daha çok ilgilendikleri için de onu kıskandın.”
Catherine’i kıskanmak onun anlayamadığı bir duyguydu ama onu üzmek meselesine, pekâlâ aklı yatmıştı.
Gayet ciddi bir tavırla: “Üzüldüğünü mü söyledi?” diye sordu.
“Bu sabah senin gene gittiğini söylediğim zaman ağladı.”
“E, dün gece de ben ağladım.” diye karşılık verdi. “Hem benim ağlamam için de onunkinden çok sebep vardı.”
“Evet, gururlu bir kalple, bomboş mideyle yatağa yatmanın sebebi vardı. Gururlu insanlar, kendi başlarına dert açarlar. Ama alınganlığından utandıysan o gelince hemen özür dilemelisin. Yukarı çıkıp onu öpmelisin, demelisin ki… Ne demen gerektiğini sen daha iyi bilirsin. Yalnız, bunları içinden gelerek söylemelisin. Şık elbisenin, onu yabancı bir insan yaptığını gördüğün için böyle yapıyormuş gibi davranmamalısın. Şimdi de yemeği hazırlamam gerektiği hâlde, ne yapıp yapıp seni şıklaştırmaya çalışacağım. Öyle bir hâle geleceksin ki senin yanında Edgar Linton, yapma bir bebek gibi kalacak, zaten de öyle ya… Ondan daha küçüksün ama bence sen ondan daha uzun boylusun, omuzların da iki misli daha geniş; bir çırpıda onu yere serebilirsin. Bunu yapabileceğine senin de aklın yatmıyor mu?”
Heathcliff’in yüzü, bir an için aydınlandı; sonra yeniden bulutlanıverdi, içini çekti:
“İyi ama Nelly, ben onu yirmi kere de yere sersem onun yakışıklılığına halel gelmez, ben de daha çok yakışıklı olamam. Keşke saçlarımın rengi açık, tenim beyaz olsaydı, onun kadar güzel giyinip kibar davranabilseydim, onun gibi benim de günün birinde zengin olma ihtimalim bulunsaydı.”
“Bir de her fırsatta, ‘Anneciğim, anneciğim!’ diye ağlayabilseydin.” dedim. “Bir köylü çocuk, sana yumruğunu gösterir göstermez korkudan tir tir titremeye başlasaydın, birazcık yağmur yağdı diye bütün gün eve kapanmayı âdet edinseydin, değil mi? Aman, Heathcliff pek kötümser görünüyorsun. Aynanın önüne gel de sana neler istemen gerektiğini göstereyim. Gözlerinin arasındaki iki çizginin, yay gibi kıvrık olacak yerde, üstlerinden basılmış gibi dümdüz duran gür kaşlarının, şeytanın casusları gibi derine gömülüp pencerelerini bir kere bile açmadan altına gizlenen bir çift kara cinin farkında mısın? Şu kederli kırışıkları düzeltmeyi, kaşlarını içtenlikle kaldırmayı; cinleri de güven dolu, hiçbir şeyden kuşkulanmayan, tasalanmayan, her yerde dostlar gören birer melek hâline getirmeyi istemeli, öğrenmelisin. Yediği her tekmeyi nimet sayar gibi göründüğü hâlde tekmeyi atandan da bütün dünyadan da nefret edip küfürler yağdıran adi bir köpeğe benzememelisin.”
“Yani Edgar Linton’ın iri mavi gözlerine, geniş alnına sahip olmayı mı istemeliyim?” diye sordu. “Bunu istemesine istiyorum ama istemek, onları elde etmemi sağlamıyor ki…”
“Kapkara bir insan bile olsan temiz kalp, güzel yüzü kazanmanı sağlar, oğulcağızım. Kötü bir kalp ise en güzel yüzü bile çirkinden daha beter yapar. Şimdi yıkanmayı, taranmayı; homurdanmayı bitirdiğimize göre söyle bakalım, kendini daha yakışıklı bulmuyor musun? Bence öylesin. Tanınmamak için kıyafet değiştirmiş bir prense benziyorsun. Hem kim bilir belki de baban, Çin imparatoru, annen de bir Hint prensesiydi, her birinin bir haftalık geliri Uğultulu Tepeler’le Thrushcross Çiftliği’ni satın almalarına yeterdi. Seni de o kötü denizciler kaçırıp İngiltere’ye getirmiş olamazlar mı sanki? Ben, senin yerinde olsam asil bir kimse olarak doğduğuma inanır, bu inançla da küçük bir çiftlik sahibinin heveslerine direnme cesaretini kazanırdım.”
Böylece gevezeliğe devam ettim. Zamanla, Heathcliff’in de yüzündeki keder kayboldu, çok tatlı bir hâl almaya başladı. Derken yokuşu çıkıp avluya giren bir arabanın tangırtısı konuşmamızı yarım bıraktırdı.
Tam zamanında o, pencereye ben de kapıya koştuk. Lintonların; pelerinler, kürkler içinde aile arabalarından, Earnshawların da atlarından inişlerini seyrettik. Earnshawlar kışın kiliseye çoğu vakit atla giderlerdi. Catherine çocukların ikisini de ellerinden tuttu, eve aldı, doğruca ocağın başına götürdü. Çocukların beyaz yüzlerine hemen renk gelmişti.
Ben de yanımdakine, hemen gidip onlara güler yüzlülüğünü göstermesini söyledim, o da hevesle bu emri yerine getirdi ama aksilik bu ya, o bir yandan mutfağın kapısını açmaya çalışırken Hindley öbür yandan kapıyı açıverdi, karşı karşıya geldiler. Bey, onu böyle temiz ve neşeli görünce titizlendi belki de Bayan Linton’a verdiği sözü tutmuş olmak için ani bir hareketle çocuğu geriye itti. Öfkeli öfkeli Joseph’e: “Bu çocuğu odaya yaklaştırma, yemeğin sonuna kadar tavan arasında kalsın. Yoksa bir dakika onlarla yalnız kalırsa pastaları avuçlayıp meyveleri çalmaya kalkışır!” diye söylendi.
Ben de: “Hayır, efendim yanılıyorsunuz.” diye karşılık vermeden edemedim. “O hiçbir şeye dokunmaz… Böyle bir şey yapmaz… Hem bana kalırsa dünya güzelliklerinden payını almak bizler kadar onun da hakkıdır.”
Hindley bağırdı:
“Hava kararmadan önce onu bir kere daha aşağıda yakalarsam, elimin payını alacak! Defol, serseri! Vay, şimdi de sıra züppeliğe mi geldi? Dur bak, ben o fiyakalı bukleleri bir yakalayayım da gör, nasıl çeke çeke uzatacağım!”
Küçük Linton, kapıdan süzülerek: “Zaten bukleler yeteri kadar uzun.” diye söze karıştı. “Acaba başını ağrıtmıyorlar mı? Tay püskülü gibi gözlerinin üstüne düşmüşler.”
Çocuk bu sözleri, ötekine hakaret olsun diye söylememişti ama Heathcliff’in sert tabiatı daha o zaman kendine rakip gördüğü için nefret ettiği bir kimsenin, küstahlığına katlanmasına imkân bırakmıyordu. Elinin altına ilk gelen şeyi, sıcak elma ezmesi dolu bir kâseyi, tuttuğu gibi çocuğun yüzüne fırlattı. O da öyle bir feryat kopardı ki Catherine’le Isabella telaş içinde oraya koştular.
Hindley Earnshaw suçluyu hemen yakalayıp odasına götürdü, orada da öfkesini bastırmak için bir hayli çaba harcamış olmalı ki yüzü kıpkırmızı, soluğu kesilmiş bir hâlde geri döndü. Ben de bulaşık bezini aldım, lafa karıştığı için bu cezayı hak etmiş olduğunu düşündüğüm Edgar’ın yüzünü, gözünü temizlemeye koyuldum. Kız kardeşi evlerine gitmek için ağlamaya başladı, Cathy de hepimiz adına çok utanmış ve üzülmüştü.
Edgar Linton’a: “Onunla konuşmamalıydın!” diye çıkıştı. “Öfkesi üstündeydi, şimdi sen ziyaretin tadını kaçırdın, onu da kırbaçlayacaklar. Ben ise onun kırbaçlanmasını hiç istemem. Yemek de yiyemeyeceğim. Onunla