Эмили Бронте

Uğultulu Tepeler


Скачать книгу

oğlan hemen, sendeleye sendeleye gene doğruldu. Soluğu kesilmiş, yüzü bembeyaz olmuştu. Ben önlemeseydim, o hâlde doğruca efendisine gidecek, durumuna kimin sebep olduğunu anlatıp öcünü alacaktı.

      Hindley: “Öyleyse al tayımı, Çingene!” dedi. “Dilerim Allah’tan, bu hayvana biner de kafanı kırarsın. Al da hayrını görme, dilenci herif! Babama da yaltaklan, nesi var nesi yoksa al, sonra da şeytanın art bacağı olduğunu göster ona. İşte o zaman senin ne mal olduğunu anlasın da beynini dağıtsın!”

      Heathcliff, tayı kendi bölmesine götürmek için çözmeye gitmişti… Hindley sözlerini bitirdiği sırada tayın arkasından geçiyordu. Hindley, onu bir itişte ayaklarının dibine yuvarladı, umduğunun gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmadan olanca gücüyle koşup oradan uzaklaştı.

      Ben ise çocuğun, kendini toplayıp soğukkanlılıkla eyerleri değiştirmeye; daha başka işler yapmaya koyulmasına, sonra da eve girmeden önce yediği darbenin yarattığı bulantıyı geçirmek için bir kuru ot yığınının üzerine oturmasına şaşmıştım.

      Yara berelerinin suçunu, ata yüklemeye onu kolayca razı ettim. O istediğine kavuşmuştu ya, bundan sonra ne denirse denilsin umurunda değildi. Bu gibi olaylardan o kadar az şikâyet ederdi ki onun gerçekten kinci olmadığına inanmaya başlamıştım. Ama siz de göreceksiniz ya, bu konuda tam manasıyla aldandım.

      5

      Zamanla Bay Earnshaw çökmeye başladı. Aslında çok hareketli, sağlam bir adamdı ama birdenbire takati kesilivermişti; ocakbaşında oturmaya zorlanınca da pek huysuz bir insan olup çıktı. Bir hiç yüzünden sinirleniyor, sözlerinin dinlenmediğinden biraz kuşkulansa küplere biniyordu. Bu hırçınlığı, gözdesine birisi tesir etmek ya da onu hükmü altına almak istediği zamanlar daha da artıyordu. Onun haberi olmadan bir kelime söylenecek diye ödü kopuyor, kıskançlıktan kıvranıyordu. Heathcliff’i seviyor diye herkesin çocuktan nefret ettiği, ona bir kötülük yapmak istediği fikri de nasılsa zihnine saplanmış kalmıştı.

      Yalnız, bu da çocuğun aleyhine olmuştu çünkü aramızdaki yufka yürekliler Bey’i üzmemek için çocuğa yakınlık gösteriyorlardı, bu yakınlık gösterisi de çocuğun şımarmasına, böbürlenmesine yol açıyordu. Fakat gene de başka çare yoktu; iki-üç kere babası yakındayken Hindley’in oğlanı azarlamaya kalkması ihtiyar adamı müthiş öfkelendirmişti. Oğlunu dövmek için bastonunu eline almış, vuramayınca da öfkeden tir tir titremişti.

      Nihayet bizim köy papazı -o zamanlar küçük Lintonlarla Earnshawlara öğretmenlik edip kendi toprağını sürerek geçimini sağlayan bir papazımız vardı- delikanlının koleje gönderilmesini tavsiye etti, Bay Earnshaw da istemeye istemeye razı oldu:

      “Hindley, işe yaramazın biridir.” demişti. “Nereye giderse gitsin adam olmaz.”

      Artık rahata kavuşacağımızı canıgönülden umuyordum. Bey’in iyi niyetleri yüzünden fenalık gördüğünü düşünmek bana azap veriyordu. Onun sırf ev halkı arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden çöktüğünü, hastalandığını düşünüyordum. O da bunu böyle biliyordu. Gerçekte ise hastalık, onun çökmekte olan gövdesindeydi.

      İki kişi, Bayan Cathy ile Uşak Joseph olmasaydı, her şey bir yana, biz gene iyi kötü geçinir giderdik. Uşağı orada görmüşsünüzdür sanırım. O günlerde, şimdi de öyledir ya, sadece kendisinin doğru düşündüğüne inanan, İncil’i kendine uydurmak için altını üstüne getiren, kötülüklerin hepsini komşularına bırakmak isteyen çekilmez bir softa idi. Vaaz verme huyu ile sözüm ona dindarca konuşmalarıyla Bay Earnshaw’ya büyük ölçüde tesir etmeyi başarmıştı. Bey kuvvetten düştükçe Joseph’in sözü geçerliği de artıyordu.

      Hiç insaf etmeden ona ruhunun selameti konusunda, çocuklarına sert muamele etmesi gerektiği hususunda durmadan konuşuyordu. Onu, Hindley’in bir günahkâr olduğuna da inandırmaya çalışıyor, ihtiyarın bu konudaki düşüncelerini körüklüyordu. Her gece aralık vermeden uzun uzun Heathcliff’le Catherine’i kötüleyici hikâyeler anlatmaktan geri kalmıyordu ama bu arada kabahatin daima Catherine’de olduğunu ima ederek Earnshaw’nun duygularını kollamayı da unutmuyordu.

      Doğrusu ya, kızın da öyle hâlleri vardı ki bunları hiçbir çocukta görmemişimdir. Günde belki elli kere hatta daha bile fazla, hepimizin sabrını taşırırdı. Aşağıya indiği saatten yatağına yatmak için yukarı çıktığı saate kadar bir muzırlık yapacak diye, bir saniye olsun içimiz rahat etmezdi. Daima neşeliydi, durmadan konuşur, şarkı söyler, güler, onun neşesine katılmayanlara çatardı. Vahşi, ele avuca sığmaz bir şeytandı. Yalnız, bu dolaylarda görülmedik derecede güzel gözleri, tatlı bir gülümseyişi, kıvrak yürüyüşü vardı. Zaten ben onun kötülük yapmak istemediğine inanıyorum; çünkü ne zaman sizi hüngür hüngür ağlatmış olsa yanınızdan ayrılmaz, kendisini rahata kavuşturmak için susmaya sizi zorlardı.

      Heathcliff’e de haddinden fazla düşkündü. Ona verebileceğimiz en büyük ceza, Heathcliff’ten ayrı tutmaktı; öyleyken gene de içimizde bu oğlan yüzünden en fazla azar işiten de oydu.

      Oyun oynarken evin küçük hanımı olmaktan pek hoşlanırdı, arkadaşlarına sebepli sebepsiz tokatlar atar, emirler yağdırırdı. Bana da öyle yapıyordu ama dayağa da emre de dayanamayacağımı anlamıştı; bunu kendisine de açıkça söylemiştim.

      Bay Earnshaw, çocuklarının şakalarından anlamazdı. Onlara karşı daima çok sert, çok ciddi davranırdı. Catherine ise babasının hastalık zamanında öncekinden çok daha öfkeli, sabırsız olmasına bir türlü akıl erdiremiyordu.

      Babanın öfkeli çıkışmaları çocuğun onu, daha fazla kızdırmak istemesine yol açar. Cathy bundan bambaşka bir zevk duyardı. Hepimizin birden ona çatması kadar hoşuna giden bir şey de yoktu diyebilirim. Korkusuz bakışlarıyla hepimize meydan okur, cevap yetiştirirdi; Joseph’in sofuca lanetlemelerini alaya alır, bana tuzaklar kurar, babasının en çok nefret ettiği şeyi yapmaktan çekinmezdi. Bu da onun kendi insafsızlığının, Heathcliff üzerinde babasının yufka yürekliliğinden daha büyük bir tesir yarattığına adamcağızı inandırmaktı. Aslında onun insafsızlığı yapmacıktı ama babası bunun doğruluğuna inanmıştı. Oğlanın her istediğini derhâl yerine getirdiğini, babasınınkileri ancak canı isterse yaptığını ispatlamaya bakardı.

      Bütün gün akla gelen her kötülüğü yaptıktan sonra bazı geceler, kendini bağışlatmak için uysal bir tavırla sokulurdu.

      İhtiyar adam o zaman: “Yo, Cathy…” derdi. “Seni sevemem; sen, ağabeyinden de betersin. Hadi, yavrum git dua et de Tanrı seni bağışlasın. Galiba ananla ben, seni dünyaya getirdiğimize pişman olacağız.”

      İlk zamanlar, bu sözler kızcağızı ağlatırdı ama devamlı olarak horlanınca buna alıştı, umursamaz hâle geldi hatta ondan kabahatleri için üzüldüğünü söylemesini, af dilemesini istediğim zamanlarda bana gülüyordu.

      En sonunda, Bay Earnshaw’nun dünya üzerindeki dertlerinin sona ereceği zaman da geldi. Bir ekim akşamı, ocağın başındaki koltuğunda otururken sessizce ölüverdi.

      Evin çevresinde korkunç bir fırtına esiyor, rüzgâr bacanın içinde uğulduyordu. Rüzgâr sert, çılgın sesler çıkarıyordu ama hava soğuk değildi. Hepimiz de bir aradaydık. Ben, ocaktan biraz uzakta yünümü örmekle meşguldüm. Joseph de masanın yanı başında İncil’ini okuyordu. O zamanlar çoğunlukla uşaklar, işlerini bitirdikten sonra evde otururlardı. Cathy hastaydı, onun için sesi çıkmıyordu; babasının dizine dayanmıştı. Heathcliff de başı Cathy’nin kucağında, yerde yatıyordu.

      Bey’in, uyuklamaya başlamadan önce kızının güzel saçlarını okşadığını