Эмили Бронте

Uğultulu Tepeler


Скачать книгу

getirdim. Daha önce Catherine Linton’ın adını bile duymadığımı fakat tekrar tekrar okuduğum için hayal gücümün irademin dışına çıktığı bir sırada, bu isme uygun bir şekli görür gibi olduğumu anlattım.

      Ben konuşurken Heathcliff de ağır ağır yatağın gerideki hücresine doğru çekilmiş, nihayet oturmuştu. Bulunduğu yerden görünmüyordu. Kesik kesik, düzensiz soluk alışlarından aşırı heyecanını gidermeye çalıştığını anlamıştım.

      Şaşkınlığını fark ettiğimi belli etmek istemediğim için, giyinirken kasten fazla gürültü yaptım; saatime baktım, gecenin uzunluğu konusunda bir şeyler söylemeye koyuldum.

      “Saat daha üç bile olmamış. Altıya geldiğine yemin edebilirdim. Burada zaman duruyor… Herhâlde akşam saat sekizde odalarımıza çekilmiş olacağız.”

      Ev sahibim iniltisini güçlükle bastırıp duvara vuran gölgesinden anladığıma göre de koluyla gözlerinin yaşını silerek: “Kışın daima dokuzda yatıp dörtte kalkarız.” dedi. “Benim odama gidebilirsiniz, Bay Lockwood. Bu kadar erken aşağıya inerseniz, herkes rahatsız olur. Sizin o çocukça bağırışınız bana uykuyu haram etti.”

      “Benim de uykum kaçtı.” dedim. “Gün ağarıncaya kadar bahçede dolaşacağım, sonra gideceğim. Bir daha da sizi tedirgin edecek değilim, korkmayın. Köyde olsun şehirde olsun, insanlar arasında yaşamanın zevkli bir tarafını araştırmak derdinden artık kurtuldum. Aklı başında bir kimse, dostluk konusunda kendi kendine yetmeli.”

      Heathcliff: “Aman ne hoş bir dostluk!” dedi. “Mumu al, canın nereye istiyorsa git. Ben de hemen yanına geleceğim. Yalnız avludan uzak dur; köpekler bağlı değil, eve de girme, Juno orada nöbette… Hayır, hayır; sen sadece merdivenlerle koridorlarda dolaşabilirsin. Tamam, yürü bakalım. İki dakika sonra ben de geleceğim.”

      Emrin, odadan çıkmama dair olan kısmını yerine getirdim. Dar koridordan nereye gidildiğini bilmediğim için olduğum yerde, kımıldamadan durdum. Ev sahibimin aklı başında görünüşüyle hiç de bağdaşmayan boş inançları olduğunu görüyordum.

      Yatağın üzerine çıktı, kanatları hızla açtı, gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı.

      “Gir içeri, gir içeri!” diye hıçkırdı. “Cathy, ne olur gel… Ah, ne olur bir kere daha gel… Ah, benim biricik sevgilim! Bu defa beni duy. Catherine, nihayet!”

      Hayalet gene kendisinden beklenen oyunu oynamıştı. Varlığını göstermiyordu ama karla karışık rüzgâr, hızla içeriye girmiş hatta benim bulunduğum yere kadar gelip ışığı söndürmüştü.

      Bu rüzgâr dalgasıyla beraber gelen rahatlama duygusunda öyle ürkütücü bir şey vardı ki heyecanımdan bunun saçmalığını fark edemedim. Adamın anlattıklarını dinlediğim için kendi kendime kızarak, üzüntüye sebebiyet verdiğimden ötürü o saçma rüyalarımı anlatmış olmaktan dolayı da pişmanlık duyarak, oradan ayrıldım ama bu üzüntünün sebebini de anlamaktan âcizdim.

      Dikkatli dikkatli aşağıya indim, arka mutfağa girdim, üzeri külle örtülmüş ateşten elimdeki mumu yaktım.

      Burada, beni kızgın kızgın tıslayarak karşılayan çizgili bir tekir kediden başka kimse yoktu.

      Daire dilimleri biçiminde iki tahta kanepe, ocağın başını hemen hemen kaplamış gibiydi; bunlardan bir tanesine ben uzandım, öbürüne de tekir kedi yerleşti. Bulunduğumuz yere başka biri gelmeden ikimiz de uyuklamaya başlamıştık. Derken Joseph, tavan arasına çıkıp gözden kaybolan ağaç merdivenden inmeye başladı. Bu merdiven onun inine gidiyordu besbelli.

      Çalı çırpı ile tutuşturduğum ocağa kötü kötü baktıktan sonra kediyi yere itip ondan boşalan yere kendisi yerleşti. Yedi buçuk santim uzunluğundaki piposunu tütünle doldurmaya koyuldu. Onun kutsal yerinde benim de bulunmamı, bir şey söylemeye değmeyecek kadar küstahça bir davranış sayıyor olmalıydı. Sesini çıkarmadan piposunu dudaklarına yerleştirdi, kollarını kavuşturdu, piposunu tüttürmeye koyuldu.

      Keyfini bozmak istemedim. O da piposunun son nefesini çektikten sonra derin derin içini çekti, ayağa kalktı, geldiği gibi sessizce gitti.

      Derken daha atik adımlarla başka biri geldi, bu defa ben de “Günaydın.” demek için ağzımı açmışken bir şey söylemeden tekrar kapadım çünkü Hareton Earnshaw dokunduğu her eşya için bir sürü küfür savurarak sabah dualarını tekrarlıyordu, bir yandan da karları küremek için kürek ya da kazma arıyordu. Burun deliklerini şişirerek kanepenin arkasına şöyle bir göz attı, benimle de dostum kediyle de selamlaşmayı aklından bile geçirmedi.

      Onun hazırlıklarını görünce gitmeme izin çıktığını tahmin ettim, kanepeden kalkıp onun peşinden gitmeye koyuldum. O da bunu fark etti, elindeki küreğin sapıyla iç kapılardan birini itip açtı, birtakım sesler çıkararak bir yere gitmeyi düşünüyorsam oraya gidebileceğimi anlatmaya çalıştı.

      Kapı, kadınların çoktan işe koyuldukları eve açılıyordu. Zillah kocaman bir körükle alevleri bacaya kadar yükseltmeye çalışıyordu; Bayan Heathcliff de ocağın önüne diz çökmüş, alevin aydınlığında bir kitap okuyordu.

      Ocağın sıcağından korunmak için bir elini yüzüne siper etmişti ancak üstüne kıvılcım sıçrattığı için bir hizmetçiye çıkışmak ya da burnunu onun yüzüne doğru uzatan bir köpeği kovmak için başını kitabından kaldırıyordu.

      Heathcliff’in de orada olduğunu görünce şaşırdım. Sırtı bana dönük, ocağın yanında durmuş, zavallı Zillah’yı azarlamakla meşguldü. Kadıncağız ise ikide bir işini bırakıp önlüğünün ucuyla gözlerini kuruluyor, acı acı da inliyordu.

      Ben içeri girdiğim sırada Heathcliff gelinine dönerek gürledi:

      “Ya sen, ciğeri beş para etmez…” dedikten sonra aslında koyun, ördek cinsinden zararsız bir hayvan olduğu hâlde genellikle adı noktalarla belirtilen bir hayvanın sıfatını ekledi. “Gene oturmuş kim bilir ne dalavereler çeviriyorsun! Ötekilerin hepsi yedikleri ekmeği hak etmek için bir şeyler yapıyorlar, sen ise benim sadakamla yaşıyorsun. At o elindeki süprüntüyü de yapacak bir iş bul. Her gün gözümün önünde bulunmanın karşılığını ödeyeceksin, anlaşıldı mı, lanetli cadı?”

      Genç kadın: “Süprüntümü kaldıracağım çünkü ben istemesem bile bunu bana zorla yaptırabilirsin.” diye cevap verdi, kitabını kapayıp koltuklardan birinin üzerine attı. “Ama sen ne dersen de hoşlanmadığım şeyi yapmayacağım.”

      Heathcliff, elini havaya kaldırınca kadın da daha tehlikesiz bir köşeye kaçmaya çalıştı. Adamın elinin ağırlığını iyi bildiğine şüphe yoktu.

      Kedi köpek kavgasını seyretmeye hiç de niyetli olmadığım için sanki kavgadan haberim yokmuş da sırf ısınmak için ocağa yaklaşıyormuş gibi yaptım. Onlar da savaşı kısa bir süre kesmek nezaketini gösterdiler. Heathcliff, yumruklarını ceplerine sokup kendini tuttu; Bayan Heathcliff dudaklarını kıvırıp uzaktaki kanepeye doğru yürüdü; ben orada olduğum müddetçe de bir heykel gibi hiç yerinden kıpırdamadan oturdu.

      Bu da fazla sürmedi. Onlarla birlikte kahvaltıya oturmayı reddettim. Şafak sökerken de bir fırsatını bulup kendimi dışarıya, temiz havaya attım. Hava açık, sakin, buz gibi de soğuktu.

      Ben bahçenin sonuna gelmeden ev sahibim arkamdan seslendi. Benimle beraber gelmek istiyordu. İyi ki gelmiş çünkü tepenin hemen ardı göz alabildiğine uzanan dalga dalga bembeyaz bir engin deniz hâlini almıştı. İnişler çıkışlar, toprağın her zamanki normal inişlerine, çıkışlarına benzemiyordu. Çukurların çoğu karla dolmuş, toprak seviyesine gelmişti. Dünkü