Эмили Бронте

Uğultulu Tepeler


Скачать книгу

yürümeye başladım. Kapıcı kulübesi henüz boş olduğu için sadece kendime güvenerek ilerlemek zorundaydım.

      Bahçe kapısıyla çiftlik arasındaki uzaklık üç kilometredir ama ağaçlar arasında ikide bir yolumu şaşırarak bazen de çeneme kadar karlara gömülerek bu uzaklığı altı kilometreye çıkardım sanıyorum. Her neyse ben, eve girdiğim zaman saat de on ikiyi vurdu; bu da Uğultulu Tepeler’den eve kadar olan yolun her kilometresine bir saat düştüğünü gösteriyordu.

      Bizim kâhya kadınla yardımcıları beni karşılamaya koşuştular. Bir yandan da benden iyice umudu kestiklerini anlatıyorlardı. Herkes o gece donduğumu sandığı için ölümü aramak üzere nasıl yola çıkacaklarını düşünmeye başladıklarını bir ağızdan söylüyorlardı.

      Donmadan geldiğimi gördükleri için biraz sakin olmaları gerektiğini anlattım. İliklerime kadar ıslanıp üşümüştüm, yukarı kata zorla çıktım. Kuru elbiseler giydikten sonra da ısınmak için yarım saat kadar aşağı yukarı gezindim, daha sonra da sudan çıkmış bir kedi yavrusu kadar hâlsiz hatta hizmetçinin beni kendime getirebilmek için hazırladığı dumanı üstünde kahveden, güldür güldür yanan ateşten bile zevk alamayacak kadar bitkin bir hâlde çalışma odama çekildim.

      4

      Bizler ne değersiz, fırıldak gibi dönek insanlarız! Her türlü toplum bağlantılarından uzak kalmayı kararlaştıran ben, istesem de böyle bağlar kurmama imkân olmayan bir yere geldiğim için Tanrı’ya şükreden ben; zavallı sefil yaratık yalnızlıkla, sinir bozukluğuyla ancak akşamın alaca karanlığına kadar mücadele edebildim. Ondan sonra da teslim bayrağını çekerek akşam yemeğini getiren Bayan Dean’i karşıma oturttum, yemeğimi yedim. İçimden de: “İnşallah, iyi bir dedikoducudur da ilgimi çekecek şeyler anlatır, beni oyalar ya da ninni gibi uykumu getirecek şeyler söyler.” diye dua ediyordum.

      “Epeyden beri buradasınız değil mi?” diye söze başladım. “On altı yıldır burada olduğunuzu söylememiş miydiniz?”

      “On sekiz yıldır buradayım, efendim. Hanımım evlendiği zaman ona yardım etmek için geldim; o öldükten sonra da evin işlerine bakmam için Bey beni alıkoydu.”

      “Ya, demek öyle…”

      Bir sessizlik oldu. Kendisini ilgilendiren meselelerden söz etmedikçe dedikodu yapmaktan hoşlanmayan bir tip olmasından korkuyordum; onu ilgilendiren meseleler de benim için bir kıymet ifade etmeyecekti.

      Fakat elleri dizlerinin üzerinde, pembe yüzünü bir düşünce bulutu kaplamış, bir süre beni süzdükten sonra konuştu:

      “O zamandan beri devir çok değişti!”

      “Evet.” dedim. “Herhâlde siz de birçok değişikliklere şahit olmuşsunuzdur.”

      “Evet… Ayrıca bir sürü de karışıklığa şahit oldum.”

      Kendi kendime: “Oh, konuşmayı ev sahibimin ailesine getireceğim!” diye düşündüm. Başlangıç için çok iyi bir konu idi. Şu genç, güzel dulun hikâyesini de öğrenmek isterdim; acaba buraların yerlisi miydi yoksa daha büyük bir ihtimalle, kimin nesi olduğu belirsiz hoppanın biri miydi?

      Bunları anlamak niyetiyle Bayan Dean’e, Heathcliff’in Thrushcross Çiftliği’ni neden kiraya verip kendisinin daha kötü şartlar içinde yaşamaya razı olduğunu sordum.

      “Malikâneyi gerektiği şekilde çekip çevirmeye yetecek kadar parası mı yok?” dedim.

      “Para mı dediniz? Onun ne kadar parası olduğunu hiç kimse bilmiyor, her yıl da parasının miktarı artıyor. Evet, evet o buradan çok daha güzel bir evde rahatça yaşayabilecek kadar zengin. Fakat nasıl diyeyim, biraz eli sıkıdır; Thrushcross Çiftliği’ne iyi bir kiracı buldu mu da birkaç yüz sterlin daha fazla para kazanmak için hiç düşünmeden kiraya verir. İnsanların böyle açgözlü, hele yeryüzünde kimi kimsesi olmayan insanların bu derece açgözlü olmaları pek garip!”

      “Bir oğlu varmış galiba?”

      “Evet, vardı ama öldü.”

      “Bu genç hanım, yani Bayan Heathcliff de onun dul kalan eşi mi?”

      “Evet.”

      “Onun yeri, yurdu neresi?”

      “O mu? Benim ölen efendimin kızıdır. Genç kızlık adı Catherine Linton’dı. Zavallı yavrucağı ben büyüttüm. Bay Heathcliff de buraya taşınsa gene beraber olurduk.”

      Hayretle: “Ne! Catherine Linton mı?” diye bağırdım. Fakat bir dakika düşününce onun gördüğüm hayalet Catherine olmadığını anladım. “Demek benden önce burada oturan Bey’in soyadı Linton’dı?” diye devam ettim.

      “Öyleydi.”

      “Peki, Bay Heathcliff’in evinde oturan şu Earnshaw, Hareton Earnshaw kim? İkisi akraba mı oluyor?”

      “Hayır, o ölen Bayan Linton’ın yeğenidir.”

      “Öyleyse genç hanımla da kardeş çocuğu oluyorlar, öyle mi?”

      “Evet, hanım da kocasıyla kardeş çocuğu olurdu. Biri annesinin tarafından, öbürü de babası tarafından. Heathcliff, Bay Linton’ın kız kardeşiyle evlendi.”

      “Uğultulu Tepeler’deki evin kapısının üzerinde Earnshaw yazılı. Eski bir aile mi bunlar?”

      “Hem de çok eski, efendim; Hareton da bu ailenin son ferdi. Nasıl ki Cathy’miz de bizim -yani Lintonların- son ferdi. Uğultulu Tepeler’e hiç gittiniz mi? Bunu sorduğum için özür dilerim ama Cathy’nin nasıl olduğunu merak ediyorum da…”

      “Bayan Heathcliff mi? Çok iyi görünüyor, çok da güzel fakat bana sorarsan pek de mutlu değil gibi.”

      “Vah yavrucak! Buna hiç şaşmam. Bey’i nasıl buldunuz?”

      “Biraz kaba bir adam, Bayan Dean. Öyledir, değil mi?”

      “Testere ucu gibi kaba, kaya gibi de serttir. Onunla ne kadar az düşüp kalkarsanız o kadar iyi olur.”

      “Hayatında pek çok inişlerin çıkışların bulunması onu bu derece kaba bir adam yapmış olmalı. Geçmişi hakkında bir şeyler biliyor musunuz?”

      “Onun hayatı guguk kuşunun hayatına benzer, efendim. Nerede doğduğu; anasının, babasının kim olduğu, başlangıçta nasıl para kazandığı bir yana, geri kalan her şeyini bilirim. Zavallı Hareton da tüyü bitmeden yuvadan atılan son leylek yavrusundan farksızdır. Talihsiz çocuğun nasıl insafsızca dolandırıldığını bu dolaylarda kendisinden başka bilmeyen yoktur.”

      “Doğrusu Bayan Dean, bana komşularım hakkında biraz bilgi vermekle büyük bir iyilikte bulunmuş olacaksın. Şimdi yatağa girersem dinlenebileceğimi hiç sanmıyorum; onun için şöyle bir saat kadar otur da gevezelik edelim.”

      “A, hayhay efendim. Yalnız, gidip dikişimi alayım, ondan sonra istediğiniz kadar otururum. Ama siz üşütmüşsünüz; titrediğinizi gördüm. Biraz lapa yemelisiniz, iyi gelir.”

      İyi yürekli kadın telaşla gitti, ben de ocakbaşına biraz daha yaklaştım. Başım yanıyor, vücudumun geri kalan yerleri üşüyordu; üstelik bütün sinirlerim gerilmiş, budalaca denilebilecek kadar heyecanlanmıştım. Bu ise beni rahatsız etmiyordu ama bugünün, dünün olaylarının üzerinde ciddi bir etki yaratmasından korkuyordum.

      Kadın, çok geçmeden dumanı tüten bir kâseyle, bir de dikiş sepetiyle geldi. Kâseyi ocağın üzerine koyduktan sonra iskemlesini çekip oturdu, beni bu derece arkadaş canlısı bulmaktan pek memnun olduğu belliydi.

      Hikâyesine başlaması için yeni bir davet beklemeden, anlatmaya koyuldu:

***

      Ben