Bulgakov Mihail

Usta ile Margarita


Скачать книгу

adının üstüne bir çizgi çekildi.

      Evi boşaldı, gelenlerin sayısı azaldı. Dostu denebilecek, dehasına hayran olduklarını söyleyen kişilerin birçoğu elini eteğini çekti. Telefonu neredeyse hiç çalmıyordu.

      Bulgakov’un yalnızlığı en çok hissettiği dönemdi bu. Boğuşup duruyordu. İş hayatındaki felaket özel hayatındaki krizle aynı zamana denk geldi.

      Ne yapacağını bilmez halde, beni görmeye geliyordu. Yanakları al al, konuşmaya başlıyor, ama çabucak sözü değiştirip daha önemsiz konulara atlıyordu. Gerçek bir konuşma yapamıyorduk. İşe yarar bir şey çıkmıyordu ağzından.

      Kimsenin haberi olmadan, hayatına biri girmişti bile. Bu insan ona çok yakındı. Bulgakov da onu çok seviyordu. Ama bir arada yaşamaları olanaksızdı. Çok kişinin kederi söz konusuydu. Gizli saklı da olsa, buluşamıyorlardı. Sonra her yer karardı. Sanki dünya sonsuza dek kapkara kesilmişti. Ama susmak zorundaydı. En yakın dostuna bile sevdiğinin sözünü edemezdi.

      Olanları anlatma hakkını kendimde bulamıyorum. Hepsi çok özel.

      Bu olayla kuşku, umutsuzluk ve heyecan içindeki adam, uzlaşmaz kişiliğinin sağlamlığını ortaya koydu. Gerek yazar, gerekse insan olarak sarsılmaz karakterini gösterdi. Bay Prişvin, bir gün şöyle demişti: “Sakın, yazarın bütün ustalığı kişiliğinde olmasın? Bu konuda bir kitap yazılabilir.”

      21 Ocak 1932 günü Bulgakov, P. S. Popov’a şu mektubu yazıyordu:

      Ey sevgili dostum,

      “Ne yemeli?” diye soruyorsun bana? Jambon belki ama kuru kuruya gitmez. Hava kararırken eski bir kanepenin üstünde, eski ve sadık eşyaların arasında yemeli jambonu. Köpek, sandalyenin yanında yere oturmalı, tramvayların sesi duyulmamalı. Şu anda saat sabahın altısı ve tramvayların gürültüyle depodan çıkışları geliyor kulağıma. Uğursuz viranem tepeden tırnağa sallanıyor.

      En zoru yalnızlıktı.

      Ama yazmayla ilgili sorunlarının da çözülmesi gerekiyordu. Bulgakov, ilkeler uyarınca eserleri geri çevrilen işsiz bir yazar durumundaydı. O zaman kesin bir yol seçti: Hükümete mektup yazdı. İçtenlikle kaleme alınmış, namuslu bir mektuptu bu. Yazar olarak düşünmeye ve her şeyi kendi gözüyle görmeye hakkı olduğunu belirtiyordu mektubunda. Bu yapılamazsa yazmanın hiçbir anlamı kalmazdı. Stalin, Bulgakov’a telefon etti, o günden sonra da telefonu durmadan çalmaya başladı. Tiyatrodan çağrıldı. Yönetmen yardımcısı ve edebî danışman olarak tiyatroya alındı.

      Böylece kişisel sorunları çözülmüş oldu.

      Bulgakov’un özel hayatı hakkında, ancak kendi sözlerini aktararak bilgi verebilirim. Usta ile Margarita romanının bu bölümünü otobiyografik bir itiraf saymamak gerek. Yine de buraya aldığım metinde, Bulgakov’un yaşadıkları uzaktan uzağa seziliyor sanki:

      Karanlık bir sokağın köşesinde bir anda bitiveren bir katil gibi, aşk önümüze dikildi; ikimizi de bir vuruşta devirdi! Yıldırım da böyle çarpar adamı, hançer de böyle saplanır! Sonraları o, böyle olmadığını, çok uzun süredir, birbirimizi hiç tanımazken kendisinin başka bir erkekle yaşadığını ve birbirimizi hiç görmediğimiz halde ezelden beri seviştiğimizi söyledi…

      … Evet, aşk yıldırım gibi çarptı bizi. Aynı gün, bir saat sonra, geçtiğimiz yolların hiçbirini görmeden Kremlin duvarlarının dibindeki rıhtımda buluştuğumuz an bunu anladım…

      Sanki daha bir gün önce birbirimizden ayrılmışçasına, yıllardan beri tanışıyormuşuz gibi konuşuyorduk… Ertesi gün aynı yerde, Moskova Irmağı kıyısında buluşmaya karar verdik. Buluştuk da!.. Mayıs güneşi bizi ışığa boğuyordu. Ve kısa, çok kısa bir süre sonra bu kadın, gizlice karım oldu.

      … İlişkimizi bilen yoktu. Size yemin ederim. Gerçi böyle şeyleri gizli tutmak imkânsızdır. Oysa ben bundan eminim. Kocası da habersizdi benden, aile dostları da. Zemin katını kullandığım eski evdekiler, bir kadının bana geldiğini biliyorlardı elbette ama adını bilmiyorlardı.

      Bu aşk öyküsüyle çok ilgilenen İvan, “Peki, kim bu kadın?” diye sordu.

      Ziyaretçi bunu hiçbir zaman söylemeyeceğini belirten bir işaret yaptı…

      Her şey açığa çıkınca Bulgakov, Furmanov Geçidi’ndeki yeni bir eve taşındı. Gerek içten, gerekse dıştan, hayatı değişmişti. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

      Yeni evine ilk gittiğimde tetikteydim. Kendimi her şeyin çok güzel, hatta biraz da sahte olduğu yemek odasında buldum. Sağdaki kapıdan yatak ve çalışma odasına geçiliyordu. Soldaki bir başka kapı ise küçük Seriyoşa’nın odasına açılıyordu. Kitaplar koridora yerleştirilmişti, kitapları adına bu biraz acı geldi bana. Her şey tertemiz, pırıl pırıldı. İçine yeni yerleşilmiş, aslında daha kimsenin doğru dürüst oturmadığı bir ev gibiydi. Hizmetçi mutfaktan çıktı ve hemen evin hanımından kesin bir emir aldı. Sonra evin hanımı bana döndü, ciddi yüzünde dostça, konuksever bir ifade belirdi. Uzun süredir evlerine girip çıkan biriymişim gibi davrandı bana.

      “Az sonra yemek yiyeceğiz,” dedi. “Mişa banyoda.”

      Rahat görünmek istiyordu, ama onun da tetikte olduğunu fark ediyordum. Bulgakov’un, “önceki hayat”ından kalma “az sayıdaki dost”unu kaçırmamaya çalıştığını, bana da içtenlikle yakınlık göstermeye çabaladığını seziyordum. Eski dostların çoğunun kadını benimsemediğini, en azından bu konuda çok zor adım attıklarını biliyordum.

      Özenli bir sadelikle giyinmişti. Çevresindeki her şey de özenliydi. Masanın üstünde yaldızlı balık desenli mavi tabaklar, yanlarında, aynı renk biri küçük biri büyük bardaklar. Meze ve kızarmış ekmek dolu dar bir tepsi. Üzülerek, “Benim küstah Bulgakov’um öldü, burjuvalaştı,” dedim kendi kendime.

      Derken Bulgakov göründü. O eski, örgü başlığını kafasına geçirmişti. Altından çıplak bacaklarının göründüğü, kirli, mor ropdöşambrı sırtındaydı. Yatak odasına yönelirken eliyle bana bir işaret yaptı ve kapının ardında kayboldu. Bir saniye sonra yeniden göründü, göz kırparak, “Sen havaya gir, ben az sonra geliyorum,” dedi.

      O tanıdık bildik Bulgakov’du ama aynı zamanda başka biri oluvermişti. Son aylarda dikkatimi çeken, beni kaygılandıran sinirliliği geçmişti. Birden her şey değişmiş, tehlikeler ve tehditler kaybolmuş, işler yoluna girivermişti.

      Gerçekte ise, durum hiç de öyle değildi. Sonradan anladığım kadarıyla, yeni ve önemli bir yaşama nedeninin ortaya çıkmasıydı onu değiştiren. Artık bir evi vardı, bu ev onun kuşkuları ve umutlarıyla soluk alıyor, yaşıyordu. Burada her gün, her saat, harcanmış biri değil, çok önemli bir iş yapan, hiçbir iktidara bağlı olmayan, yeryüzündeki yeri ve yazarlık yeteneğinden kuşku duyulmayan biri olduğunu hissediyordu. Ülkesinde, ülkesinin edebiyatında hakkı olan yeri kimse elinden alamazdı.

      Bunun nasıl gerçekleştiğini sık sık kendime sordum. Yalnız aşkın gücü değil, aynı zamanda hayatın gücü, sevince, kendini ifade etmeye duyulan susuzluktu bu şaşırtıcı “mutluluk yaratma” yeteneğini doğuran. Hem de, en güç koşullarda bile.

      İnsanın güvenini yitirip tepetaklak yuvarlanmasının kolay olduğu kriz günlerinde, kendini üzüntünün kollarına bırakıp bir kurban olarak görmesinden, her şeyden büyük bir acıyla söz etmesinden daha kötüsü yoktur.

      Bütün düşman güçlere meydan okurcasına, mutluluk doluydu evleri. Oysa Bulgakov’un borçları, belirsiz bir geleceği vardı. Evin hanımı gayretliydi, tatlı bir bilinçsizlik içindeydi. Ve hayat yıldırıcı olmaktan çıktı.