düzyazılarını daha yeni yeni yayımlamaya başladılar. “Tiyatroluk Roman” 1965 yılında, Novi Mir dergisinin sekizinci sayısında çıktı. Bulgakov, bir yandan tiyatro çalışmalarını da sürdürüyordu. 1931’de “Adem ile Havva” adlı bir güldürü yazdı. Onun ardından yine Molière’in bir konusu4 üzerinde çeşitlemeler sayılabilecek “Müsrif Bay Cordan”, 1932’de bitti. 1934 yılında “Mutluluk”, 1935’te ise İvan Vasilyeviç’i kaleme aldı. Kendisi hayattayken oyunlarının sahnelenmesi söz konusu olduğunda, ülkemizde sık görüldüğü gibi, yönetmenler, uçlar arasında gidip gelirlerdi; oyuna hayran olduklarını söyleyip Bulgakov’un peşini bırakmaz, sonra birden kayboluverirlerdi. Yazar, dosyası koltuğunun altında, yapayalnız kalırdı. Bütün oyunlarının başına aynı şey geldi. 1935 yılı sonunda Puşkin’in hayatıyla ilgili “Son Günler”i bitirdi. 1938’de Don Quijote tamamlandı. Bunların sahnelenme şansı var gibiydi. Yanılmıyorsam Puşkin, Vartangov Tiyatrosu’na önerilmişti önce. Oyun bir süre orada bekledi (tıpkı Don Quijote için de yapacağı gibi, Williams, dekor eskizlerine başlamıştı), sonra Sanat Tiyatrosu’na nakledildiği bildirildi. Bu çok iyi bir işaretti ama Sanat Tiyatrosu sahneleme işini ağırdan alıyordu; Puşkin, yazıldıktan sekiz, yazarının ölümünden de üç yıl sonra V. Stanitsin ve V. Toparkos tarafından seyirciye sunulabildi. Don Quijote daha çabuk çıktı ortaya. Leningrad’ın Puşkin Tiyatrosu 1941’de oyunu sahneye koydu (yönetmen Kojiç’ti); Moskova’nın Vartangov Tiyatrosu ise yine 1941’de Nisan ayında sahneledi (İ. Rappoport’un sahne düzeniyle). Yani yazarın ölümünden bir yıl sonra. Bulgakov, iki temsili de göremedi.
Neredeyse elli yaşına basacaktı ama hâlâ sağlam bir zeminde çalışmıyordu. Ayaklarının altındaki her şey sallanmaktaydı. Yeni giriştiği işlerin hepsinin karşısına gittikçe daha fazla engel çıkıyor, eserlerinin yayımlanması olanağı artmıyor, aksine azalıyordu. Ama o bütün bunlara eskiye göre daha rahat katlanıyor, hatta bundan içten içe gurur duyuyordu.
Hemingway, “Yaratıcının yaratmaktan başka kaygısı olmamalı,” der. Bulgakov yaratıcılık tutkusundan yoksun değildi.
Çevresinde gerçek bir sessizlik ağı örülen, “Turbin’in Günleri”nden başka bir tek oyunu bilinmeyen, 1920 yılından beri tek satırı yayımlanmayan bu yazar, yazarlık hayatının gözle görülür biçimde kesintiye uğramasına aldırmıyor; kendi düşüncesiyle, kendinden istediği ve beklediği şeylerle dolu bir dünyada yaratıcı olarak yaşamaya devam ediyordu. Oysa bugün, zamanında neredeyse varlığı unutulmuş olan Bulgakov, tiyatro ve edebiyat dünyasında gitgide artan bir ün ve nüfuza kavuşuyor.
Hayır, bir gün bile pes etmedi.
Dünyası, sonunda kendi dört duvarıyla sınırlandı; eserleri birbiri ardınca çalışma masasının gözlerine atıldı. Ama yazarlık hakkını, yüreğinde gerçekten yaşayan ve kafasından her tür uzlaşmayı uzaklaştıran şeyle yazma hakkını elde etmek için mücadelesini sürdürüyordu. Bu uğurda o çevrelerle ilişkilerini kesmiyor, senaryo, çeviri ve başkalarının yazdığı oyunların düzeltilmesi işlerini, mucizevi şekilde koparabiliyordu. Hesapları ve düşünceleri gerçekleşmezse başka hesaplar yapıyor, başka şeyler düşünüyordu…
“Anlaşılan, becerikli biriymiş Bulgakov!” Bana bu sözleri, yazar N.A. Zabolotski söyledi. Tiflis yakınlarında Saguramo’da komşuyduk. Orada Gürcü yazarlar için küçük bir dinlenme evi vardı. Savaş sonrası, 1946 yılıydı. İkimiz de maddi güçlükler içindeydik, Kafkasya’da istediğimizden çok kalmaya mecbur olduk. Haftada bir gün, hazırlamamız gereken sayfa sayısını tamamladığımızda (neyse ki Gürcü dostlarımız sayesinde işsiz kalmıyorduk) Gürcistan askerî yolu üzerinde, Mtzşet yakınındaki küçük bir otelin lokantasına gidiyor; fıçı kokan, tadı biraz buruk, roze şaraptan içiyor, doğduğum yerdeki ırmaklardan, kayın ağaçlarımızdan, yitirdiğimiz dostlardan üzüntüyle söz ediyorduk. Sonra ay ışığında, cümbüş yapıp içkiyi fazla kaçırmış zanaatkârlar gibi, yeniden dağımıza tırmanıyorduk.
Zabolotski, merakla, “Anlaşılan becerikli, işini bilen biriymiş Bulgakov!” dedi.
“Bana göre öyle.”
Biraz rahatlayarak içini çekti: “Hep böyledir zaten. Doğa her canlı varlığı, özellikle de insanı koruyacak bir yol bulur her zaman; üstelik insanın bazen ona efendilik taslamasına karşın. Kişiliğimiz beş yaşında oluşur, bundan eminim. Sonradan, kişiliğin üstüne zırh gelir. Savunacak bir şey olsun yeter. Hemen uyum yeteneği ve korunma içgüdüsü ortaya çıkar; herkes için aynı olmaz belki ama bizim için kaçınılmaz bir şey bu.”
“Bunu iyi bir şey mi sanıyorsunuz?”
“İyi de söz mü, mükemmel!” diye bağırdı sevinçle. Sanki kendi sorunlarının yarattığı durumu sonunda anlamıştı ve tanımlıyordu.
Bulgakov zaman zaman hızlanarak, atılımlar göstererek çalışırdı, sonra bir çeşit bitkinlik çökerdi üstüne. Tıpkı Kyklop' la ve öldürücü şişiyle boğuşan Molière gibi, rakibiyle baş başa kalırdı. Bir edebiyat şövalyesi olmayı düşlüyordu. Derken zihni yeniden uyarılırdı. Hayır, hiç uzun sürmezdi durulması, bir an gelir, ansızın ileri atılıverirdi.
Ama örnek bir çocuk olmak isterdi. Çocukluk izlenimleri belleğinde hep hazırdı: sabahları yakılan sobalar, keçe çizmelerini sürüyerek yürüyen kâhya, salonda anneyle babanın konukları, ancak bayram günleri yakılan, beyaz ışığı çocukların odasına kadar süzülen asetilen lambaları, tiyatroya gitmek için giyinen anne… Sağlamlık, rahatlık, aynı zamanda da yorgunluk duygusu veren bütün o anlar. Kievli bir profesör olan babasının evinde her şey ciddi ve sadeydi. Burjuva lüksünden de uçlara varan düşüncelerden de nefret eden, tipik bir devrim öncesi Rus aydınının evi… Bulgakov örnek bir çocuk olmayı istemişti.
Yitik çocukluğunun havasını bulmak için gösterdiği bütün çabalara karşın, onda, her şey ters sonuç veriyordu: babası gibi wint5 oynamak, dost ziyaretlerine gitmek… Bütün bunları çok kısa bir süre, başarıya ve belirli ölçüde bir parasal rahatlığa kavuştuğu yıllarda, hayatının başlarında yapabildi.
“Mahzun bir papazın kafası ve Aristophanes’in kalemi vardı onda…” P. Viazemski’nin Gogol’den söz ederken yazdıkları Bulgakov için de düşünülebilir.
Bulgakov’un özgün bir yazar oluşu, iftiraları destekliyordu. Olağanüstü gözlem yeteneği, gerçekçi düzyazının sınırlarını sık sık aşmaktaydı. Hayali, konusunun çevresinde bir iblis gibi dolanıyor, düşüncesi en beklenmedik biçimlere giriyordu. Her şey onda bir anda dev boyutlara erişiyor, günlük hayatın bütün ayrıntıları doğaüstü olaylara dönüşüveriyordu. Bu yanıyla, çok sevdiği Gogol gibiydi. Gogol geleneği iki yanlıdır, biri Palto adlı öykünün Gogol’ü, öbürü ise Burun adlı öykünün Gogol’ü. V. Kaverin, insanın Bulgakov’da her an, Gogol’ün Burun’unun ortaya çıkıvermesini beklediğini söylüyor…
Bu dünyada olup bitenler bazen ne kadar da saçma oluyor. İnsan şunu, bunu, bir başka olayı kabul edebilir elbette. Hatta en akla gelmeyeni bile… Hem sonra saçmalığın bulunmadığı bir yer var mı? Ne denirse densin bu tür olaylarla karşılaşılabilir. Seyrek de olsa karşılaşılabilir.
Usta ile Margarita’nın, özellikle Şeytan’ın elini kolunu sallayarak Moskova’da dolaştığı bölümlerini okurken insan, Burun’un sonsözünden alınan bu satırları hatırlıyor.
O sıralar Bulgakov gelişip olgunlaşmıştı. Benimsediği tavırdan onu caydırmak artık olanaksızdı. Evinin çevresinde hep fırtına kopuyordu ama içerisi neşe doluydu.
Şen