Yücel Tahsin

Yalan


Скачать книгу

onu:

      İlim ilim bilmektir

      İlim kendin bilmektir.

      Söz konusu dizelerin Refika öğretmen için taşıdığı anlama gelince, bu konuda tüm öğrencilerinin gözlemi aynıydı: hem kafayı, hem bedeni geliştirmek. Ancak, Yusuf Aksu için durum biraz daha değişikti: sokakta koşarken düşüp dizini kanatmak, terliyken su içip hastalanmak ya da kalemin ucunu sürekli çiğneyerek hem mala, hem cana zarar vermek de, gereğinden fazla konuşmak da bu tek ya da çift dizede dile getirilen ilkeye ters düşmek anlamına gelirdi; ilkeye uygun davranmaksa, soğuktan, sıcaktan, gürültü, gevezelik ve devinimden uzak durup yaşamı daha ilk ikiden başlayarak ansiklopediler arasında geçirip ansiklopedilere göre yönlendirmekti. Bu ayrım da, büyük bir olasılıkla, Yusuf’un, büyümüş de küçülmüş gibi, çok düzgün tümceler ve çok yerinde sözcüklerle, durmadan konuşmasından, daha da can sıkıcısı, durmamacasına sorular sormasından kaynaklanmaktaydı. Refika hanım ne çok konuşmaktan hoşlanırdı, ne çok konuşanlardan. Bu nedenle, oğlunun okuyup yazmayı iyice sökmesinden sonra, nerdeyse her soru soruşunda ona ansiklopediyi gösteriyor, izlenebilecek en doğru tutumun her konuda ansiklopediye bakmak ve ansiklopedide yazılana uymak olduğunu söylüyordu. Oğlunun tam beş yıl süresince kendi sınıfında okuması da onu ilkelerine kolaylıkla uydurmasını sağladı: en azından ekim başından mayıs sonuna dek, sırtına çifte fanila, çifte kazak, uzun yün pantolonunun altına uzun yün don giydirerek bedenini doğadan olabildiğince yalıtlayıp devinilerini en aza indirgemesi yetmezmiş gibi, derslerde de çabasını sınırladı: tüm öğrencileri gibi onu da güçlüklerini ansiklopediler aracılığıyla çözmeye alıştırdı, ders aralarında öğretmenler odasına getirip yanına oturtarak İlkokul Ansiklopedisi’ni eline verdi hep; evdeyse, derslere, nesnelere ya da insanlara ilişkin bir soru sorduğu zaman, çenesiyle kırmızı ciltli Hayat Ansiklopedisi’ni gösterdi.

      Çocuk doğru dürüst konuşmayı beceremese, bu tutumu açıklamak daha kolay olurdu, ama bülbül gibi konuşuyordu işte. Sınıfta, ansiklopedilerden nasıl yararlanmak gerektiğini ya da bir matematik probleminin nasıl çözüleceğini çoğu öğretmenlerden daha güzel açıklıyordu. Gene de, en azından oğluyla baş başa olduğu zamanlarda, belki gereksiz gevezeliklerin işleri karıştırmaktan başka bir işlevi bulunmadığına inandığından, belki yokluğun ya da yalnızlığın etkisiyle, Refika hanım gereksiz devinimlerden de, gereksiz söylemlerden de hiç mi hiç hoşlanmadığını hemen belli ediyordu. Her şey şu ya da bu ansiklopedide yazılıyken, yazılmışı yinelemeyi bir savurganlık olarak görmekteydi. Başvurulacak kitapları tek bir türe: ansiklopedilere indirgemiş olması da savurganlığa karşı bir tutumun sonucu olarak nitelenebilirdi. “Dünyadaki kitapları okumakla bitiremezsin, hiç kimse bitiremez! Ama dünyanın en iyi ansiklopedilerini elinin altında bulundurabilirsin; üstelik, dünyanın tüm bilgilerini ansiklopedilerde bulabilirsin!” deyip durması da bunu gösterirdi. Böylece, Yusuf Aksu daha kitabın ne olduğunu bilmezken, içinde bulundukları ortamı ve dakikayı azıcık aşan bir soru soracak oldu mu Refika hanım ya bu soruyu ileride, daha uygun bir zamanda yanıtlayacağını söylüyor, ya da soruyu ve yanıtı somut durumlardan, özellikle de kendi kendilerinden: Refika ve Yusuf’tan yalıtlamak, nesnelleştirip uzaklaştırmak ister gibi, oğlunu yanına, ansiklopediyi kucağına alarak tekdüze bir sesle okumaya başlıyordu. Bu da sonucunu veriyordu doğrusu: Yusuf Aksu’nun olağanüstü bir belleği vardı, okuduğu ya da dinlediği her şey dakikasında varlığının bir parçası oluyor, sorular tükenmese bile, yinelemeye düşülmüyordu. Ne var ki, ansiklopedi her soruyu yanıtlamıyor, ansiklopediden ya da anneden alınan yanıtlar da, en azından kimi konularda, soruları tüketmek şöyle dursun, durmamacasına yenilerini doğuruyordu. Örneğin babaların ölümü hastalıkla, yüreğin durmasıyla, kefenle, tabutla, mezarla açıklanıp betimlenebiliyordu, ama belli bir babanın rakı almak üzere evden çıkıp da bir daha dönmeyişini ne İlkokul Ansiklopedisi açıklayabiliyordu, ne Hayat Ansiklopedisi. Yusuf Aksu’nun soruları da yıllar yılı bu konuda yoğunlaştı. Kör çocuğun nesneleri elleriyle yoklaya yoklaya kendine göre belirlemek istemesi gibi, o da hiç görmediği babasını annesinden aldığı yanıtlarla imgeleminde canlandırmaya çalışıyor, saçları, gözleri, burnu, yanağı, boyu, terliği, gömleği, kravatı, huyu suyu ve neler yaptığı konusunda kimsenin usuna gelmeyecek sorular soruyor, annesiyse, işkenceyi bir an önce bitirmek için, ayakkaplarından giysilerine, dolmakaleminden şemsiyesine, nesi var, nesi yoksa, her şeyini yoksullara verdiğini yineliyor, Yusuf Aksu soruları sürdürünce de çabuk çabuk, sözcüklerini pek tartmadan yanıtlıyordu.

      “Her akşam iki duble rakı içerdi,” diyordu örneğin.

      “Rakı içerken ne yapardı?”

      “Bir şey yapmazdı, şarkı söylerdi.”

      “Hangi şarkıyı?”

      “Hep aynı şarkıyı,” diye yanıtlıyordu Refika hanım, sonra, zaman zaman kendisinin de mırıldandığı eski bir şarkının bir iki dizesini içli bir sesle söylemeye başlıyordu:

      “Mecliste çalındı yine tambur ile neyler

      Aşık-ı bîçarelerin gönlünü eğler

      Daire semaî tutarak ney neye söyler ne der

      Dümderelâdir nâtenedir nâtenedir ney.”

      Ama, şarkı biter bitmez, alışılmış sorulardan biri daha geliyordu:

      “Babam nasıl bir adamdı?”

      Refika hanım derin derin içini çekiyordu.

      “Herkes gibi bir adamdı işte,” diye geçiştiriyordu çoğu kez, ya da, eline küçük bir ansiklopedi verir gibi, bir daha dönmemek üzere gitmiş babadan kalan tek görüntüyü, yani nikâh masasında defteri imzalayan genç ve güzel geline hayran hayran bakan geçkin adamın bulanık mı bulanık fotoğrafını koyuyordu önüne. Bir süre dinlenebiliyordu böylece. Ancak, özellikle bu fotoğrafı inceledikten sonra, Yusuf gene Ahmet Nusret beyin gidişine ilişkin sorulara başlıyordu. Refika hanımın en sevmediği sorular da bu sorulardı. Konuya her dönüşünde, “Gene mi?” diye söylenerek suratını asıyor, sonra, olayın ürkütücülüğünü artırmak, dolayısıyla yeni soruları önlemek umuduyla, “Bilmiyorum, görmedim, belki de casuslar kaçırdı,” diyordu.

      “Hangi casuslar?”

      “Düşman casuslar.”

      “Nasıl düşman casuslar?”

      “Ne bileyim, Türk gibi görünen ecnebi casuslar herhalde.”

      “Bıyıkları var mıydı?”

      “Bilmiyorum, gözlerimle görmedim. Ama vardı herhalde.”

      “Babam hiç bıyık bıraktı mı?”

      “Sanmıyorum. Tanıştığımızda bıyıksızdı.”

      Yusuf Aksu, hep o büyümüş de küçülmüş havasıyla, kollarını göğsünde kavuşturup bir süre düşünüyor, sonra, derin derin göğüs geçirerek düşüncesinin sonucunu bildiriyordu: “Hepsi de bıyıklıydı.”

      Refika hanımsa, aşırı söz savurganlığı sona erdiği için rahat bir soluk alıyordu.

      Alay etmek gibi olmasa, yaşlı bir adamla altı aylık bir evlilikle tek bir çocuk, değişmeyen bir iş ve tekdüze bir yaşam da yüzde yüz savurganlık karşıtı bir tutumun sonucu olarak gösterilebilirdi. Bununla birlikte, yaşamlarında savurganlığa hiç mi hiç yer vermediklerini söylemek de olanaksızdı. Örneğin, dinsel bayram günlerinde, havanın güzel olması koşuluyla, Refika hanım sırtına ak yakalı kara tayyörünü, başına okumuşluk ve kentlilik simgesi kara şapkasını, Yusuf Aksu en kalın ve en yeni giysilerini giyer, erkenden Merkez Efendi mezarlığının yolunu tutarlardı; burada, Refika hanım, şapkasının tülünü yüzüne