Yücel Tahsin

Yalan


Скачать книгу

sınıfla kitaplık arasında gidip gelmekle geçiren ve nerdeyse donunu bile çift giyen bu ilginç çocuğun bulunmaz bir eğlence kaynağına dönüştürülebileceğini düşündüler; bunu denediler de; arkasından sessizce yaklaşıp çelme takmadan kitabını havuza atmaya kadar yapmadıklarını bırakmadılar; ama Yusuf Aksu, biraz annesinin öğretmen olduğu okulda böyle durumlarla hiç karşılaşmadığı, dolayısıyla şakanın şaka olduğunu anlamadığı, biraz da okulu her şeye karşın sokaktan daha güvenli bir yer olarak değerlendirdiği için, fazla tepki göstermedi; onlar da en ağır ağız şakalarını bile kendisini hiç mi hiç ilgilendirmeyen birer açıklama gibi dinlediğini, en tehlikeli ve en yakışıksız el ve ayak şakalarını bile birer doğal terslik gibi karşıladığını, kısacası, hiçbir ataklarına bekledikleri karşılığı vermediğini görünce, açıklanması zor bir yenilmişlik duygusu içinde uzaklaştılar yanından. İçlerinden biri, derslerdeki başarılarını ve öğretmenlerin sorularına verdiği oldukça kısa, ama yaşlı adam konuşmaları gibi bilinmeyen sözcüklerle dolu, düzgün yanıtlarını da göz önüne alarak, daha üçüncü ayda Hoca adını taktı ona, ötekiler de bu adı dakikasında benimseyiverdiler; ama, açıkça görülüyordu ki, kendisine seslenmek için değil, arkasından konuşmak, daha da iyisi, kendileriyle onun arasındaki uzaklığı belirlemek için bulunmuş bir addı bu: artık çoktan aralarından ayrılmış bir insanın adı gibi, en çok da bir benzetme öğesi olarak kullandılar, benzetme yerini buldukça da güldüler. Buna karşılık, benzetmenin kaynağının yanına yaklaşmak ya da kendisiyle bir şey konuşmak zorunda kalmak zamanla hemen hepsinde buz gibi bir ürküntü uyandırdı, elden geldiğince uzak durdular ondan. İlk yıllarda, özellikle ezbere dayalı derslerde çok başarılı bir öğrenci olması nedeniyle, sınavlarda bilgisinden yararlanmak umuduyla kendisiyle dostluk kurmak, en azından yanında oturmak isteyen birkaç dalgacı çıkmadı değil, ama hem kâğıdının üstüne yüzü değecek kadar eğildiğinden, hem tüm sorularını yanıtsız bıraktığından, onlar da çabucak uzaklaştılar yanından. Böylece, kaç yıldır, hiç kimse yanında oturmak istemediğinden, arka sıralardan birinde tek başına oturuyor, bundan da fazlasıyla hoşnut görünüyordu.

      Seçme olanağı bulunsaydı, hiç kuşkusuz daha derin bir sessizliği ve daha köklü bir devinimsizliği yeğlerdi, ama, bahçede küçük bir topa bir an ayaklarını dokundurabilmek için deliler gibi birbirlerini kovaladıklarını, hatta, önlerinde dokunacak top bile olmadan don gömlek koştuklarını, sınıfta olur olmaz şeylere gülüp olur olmaz şeyler söylediklerini gördükçe, kendisininkinden başka türden bir yaratık sürüsünün ortasına düşmüş gibi bir duyguya kapılmasına yol açan bu azgın çocuklar yanına yaklaşmadıkları için mutluydu. Her fırsatta tekmeleyip durdukları toplardan biri üzerine gelecek gibi oldu mu tiksintiyle çekiliyor, kendisi için hiçbir anlam taşımayan devinimlerine küçümseyerek bakıyor, gürültülerini işitmemek için bahçenin en uzak noktalarına gidiyor, burada, kuşları, böcekleri, yaprakları, çiçekleri görmeden, koca ağaçların gölgesinde bir ağaç gibi dikilerek kitabını açıp okumaya başlıyordu. Bazı bazı, uzaktan zilin sesi gelince, ağaçlar arasında bir ağaçken insana dönüşüyormuş gibi irkiliyor, hiç de böyle bir alışkanlığı bulunmamasına karşın, eski bedeninden kaçar gibi sınıfa koşuyordu. Ama, kimi geceler, yatakhanede, arkadaşlarının gürültüsünden uykusunun kaçtığı zamanlarda, o kadar da aykırı bulmuyordu bu yanılsamayı; tam tersine, bir tür meydan okumayla, kendini kocaman ve yapayalnız bir ağaç biçiminde düşleyerek uyumaya çalıştığı oluyordu. Nereden bakılırsa bakılsın, yaşamı da düşünü doğrulayacak gibi görünüyordu. Ama karanlık mı karanlık bir kasım günü, öğle yemeğinden önceki son derste, Mr. Grey dilek kipini açıklayıp öğrencilerden uygun örnekler isterken, her şey değişiverdi: Yusuf Aksu’nun yalnızlık yaşamı birdenbire benzersiz bir birlikteliğe bıraktı yerini, yani nerdeyse bir tansık gerçekleşti.

      Evet, böyle, o yağmurlu kasım günü, usulca kapı açılıp da yeni bir öğrenci, Yunus Aksu, sisler arasından çıkmış, yarı saydam bir hayalet, kımıldamadan dururken bile sürekli devinirmiş gibi bir izlenim uyandıran, her an her biçime, her renge girebilecek ve her an, nasıl belirdiyse öylece, birdenbire silinip gidebilecek bir düş yaratığı gibi, Mr. Grey’i selamlayıp elindeki kâğıdı kürsüye bıraktıktan ve bir an herkesi şöyle bir süzdükten sonra, yüzünde anlatılmaz bir gülümseme, kendisine doğru gelerek kırk yıllık bir dost gibi elini uzattığı, elini avcuna aldıktan sonra, onu kendine doğru çekerek yanaklarını öptüğü zaman, tüm öğrenciler kahkahalarla güldüler, içlerinden birince hazırlanmış iyi bir oyun karşısında bulunduklarını düşündüler; oysa, daha önce de söylediğimiz gibi, o anda Yusuf Aksu’nun yaşamının en belirleyici rastlantısı ya da, hepsi aynı kapıya çıkar, en kesin zorunluluğu gerçekleşmekteydi. Ancak, ister rastlantı denilsin, ister zorunluluk, tansık yanı daha ağır basar gibiydi. Bu nedenle, tüm sınıf, yeni gelen öğrencinin Yusuf’un ellerini avuçlarına alarak, sanki gırtlağından değil de tininin ve bedeninin derinliklerinden sökülüp gelen bir sesle, “Be… be… ben…” diye başlayıp “Ben Yu… Ben Yu… Ben Yu…” diye yerinde sayarken, birdenbire, tam da gerisini getirmesinden herkesin umudu kestiği anda, bundan böyle tüm kolejin yüz metre öteden tanıyacağı ünlü kahkahanın sınıfta ilk kez patlayışını, belki de “Ben Yu…”ların gerisini beklerken, harcar göründüğü korkunç çabaya kapılarak tüm varlığını onun varlığının yönelimine uydurduğundan, Yusuf’un da nerdeyse aynı anda, nerdeyse aynı kahkahayı koparışını, arkasından, bu kahkaha sözün önündeki engeli az da olsa açmış gibi, Yunus’un “Be… be… ben Yu… Yu… Yunus, Londra’dan geldim,” deyişini, Yusuf’unsa, sesin güzelliği ya da anlamın derinliği karşısında büyülenmiş gibi, “Ben de Yu… Yusuf!” diye yanıtlayışını koca bir yaşamda ancak bir kez görülebilecek bir tansık gibi izledi. Dersten sonra, Yusuf’un Yunus’u yemekhaneye götürüp yanına oturtmasını, Yunus’un da, bahçede, herkesten uzakta, onunla epey bir süre dolaştıktan sonra, yöneticilere giderek yatakhanede Yusuf’un yatağının yanındaki boş yatakta yatmak istediğini bildirmesini, neden o yatağı istediği sorulunca da “Sı… sı… sıra arkadaşımın yatağının yanı da ondan!” diye yanıtlamasını bile bir tür tansık gibi algıladılar: her şey gözler önünde olup bitmekteydi, gene de alabildiğine karmaşık görünüyordu.

      1.

      Yusuf’un ilk soyadının Elbasan olduğunu hemen belirtelim.

      II

      Yusuf Aksu, yıllar yılı, sık sık düşünmekle birlikte, hiçbir zaman doğru dürüst açıklayamadı bu olanları, hiçbir zaman tam olarak anlayamadı, yeniden yaşamakla kaldı. Böylece, çok kısa sürmüş bir iki kuşku dönemi bir yana bırakılacak olursa, o ilk karşılaşmayı ve bunu izleyen büyük dostluğu tüm yaşamı boyunca bir tansık olarak düşündü. Üstelik, birkaç tansık birden giriyordu işin içine: Yunus’un koca sınıfta başka birine değil de, en arkada, yalnız başına oturmasına karşın, kendisine yönelmesi, kendisinin de, genel olarak herkese surat asarken, birdenbire başka bir insan oluvermiş gibi, ona gülümsemeye başlaması, daha da önemlisi, sınıfta hiçbir öğrencinin bu dostluğu bozma yolunda en küçük bir girişimde bulunmaması. Bir de, nasıl söylemeliydi, Yunus’un kendisi tansıktı.

      Alabildiğine ak, nerdeyse dokununca yok olacakmış gibi saydam yüzü ve elleri mi, çevresini aydınlatır gibi görünen saçları mı yaratıyordu bu izlenimi, insanlara hep aşağıdan bakması gibi tatsız bir durum yaratan kısa boyu mu, yaşıtlarının tersine, daha sakalı çıkmamış olmasına, çıkacağa da benzememesine karşın, en kendini beğenmiş kızların bile göz göze gelince bir akıma kapılmış gibi titremesine yol açan çekici ve güleç yüzü mü, her an düğüne gidecekmiş