kapıldı Yusuf, bir tuhaf oldu. Aynı anda, Enis beyle annesinin bir an kaçamak biçimde birbirlerine gülümsediklerini ve kızardıklarını ayrımsadı. Sonra, birkaç adım ilerleyip de çevresine bakınca, evin eşyalarının olağanüstü büyüklüğü başını döndürdü. Kocaman masalar, geniş mi geniş koltuklar ve iskemleler devler ülkesinde bir eve düşmüş gibi bir ürperti uyandırdı içinde, sonra salonun tavanının yüksekliği, pencerelerinin biçimi ve boyutları şaşırttı onu, şaşkınlığını belli etmemek için başını önüne eğdi. Hiç böyle bir yer görmemişti, kolejin salonları ve eşyaları bile bu denli büyük değildi. Yunus hemen ayrımsadı şaşkınlığını, ağzını kulağına yaklaştırdı, “Bizimkiler hep kısa boyludur, ama evlerini ve eşyalarını büyük tutmuşlar,” diye fısıldadı. Yusuf yanıt verebilecek durumda değildi, gülümsemekle yetindi. Bir düşte ilerler gibi, kocaman salonun bir ucundan öbür ucuna yürüdüler. Önlerinde nerdeyse kendiliğinden açılan kocaman bir kapıdan geçip ikinci bir salona girdiler. Burada da tüm eşyalar aynı biçimde kocamandı, sanki bir kez bu koltuklardan birine oturma çılgınlığına kapılanlar hemen görünmez olacak ve bir daha dönmemesiye yaşamdan yalıtlanacaklarmış gibi bir ürperti uyandırıyorlardı insanda.
Ama tam karşıdaki duvarda, bir boydan bir boya, tavandan döşemeye, oymalı dolaplar içinde, sıra sıra dizilmiş ansiklopedileri gördü, rahatlayıverdi; ona öyle geldi ki, ansiklopediler sıradan kitaplara göre neyse, bu ev de başka evlere göre oydu; Yunus’a doğru eğildi, “Burada her şey ansiklopedilere göre,” diye fısıldadı. Gözlemini dostu da doğrulayınca, sevindi. Yunus dolapları açtı, Yusuf değişik ansiklopedi ciltlerini elleriyle uzun uzun okşadı, hayran, hiç konuşmadan. Sonra, birdenbire, okşamakta olduğu eski meşin ciltlerin Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers’nin ciltleri olduğunu ayrımsadı, tepeden tırnağa titredi. “Olamaz, olamaz!” diye söylendi. Gözlerinin yaşardığını duydu. Ama çabuk topladı kendini, Diderot’nun büyük yapıtına, dünyanın tüm ansiklopedilerinin en şanlısına dokunmuş bir insan olarak, hiçbir şeyden fazla etkilenmedi artık: dostunun kendi evinden belki on kat daha büyük evi de, başka türden yaratıklar için yapılmış gibi büyük ve görkemli eşyaları da, dört kişilik bir sofra kurmak dünyanın en büyük olayıymış gibi durmadan oraya buraya koşuşturan özel kılıklı uşak ve hizmetçiler de fazla etkilemedi artık onu. Yunus, koluna girmiş, “İlk kez babamın dedesinin babası başlamış bunları toplamaya; söylendiğine göre, kaçığın biriymiş, ama sonunda herkes beğenmiş yaptığını, babam da içinde olmak üzere, herkes bir şeyler eklemiş, gene de bunca ansiklopediyi nasıl bir araya getirdiklerini hep merak ederim. Öteki kitapları sorarsan, onlar da hep ansiklopedilerde adı geçen kitaplardır,” diyordu, ama o dinlemiyordu bile, büyülenmiş gibi ansiklopediler ansiklopedisine dikiyordu gözlerini.
Daha sonra, yemekte, çok uzun ve kocaman masanın bir yanına oturtulunca, hafiften ürperdiyse de, bayağı uzaktan bile olsa, dostunun kendisine gülümsediğini gördü, biraz olsun rahatladı. Bu yüzden olacak, tüm yemek süresince ona bakmayı yeğledi. Gene de, arada bir, belki yalnızca denetlenip denetlenmediğini anlamak için, gözleri Yunus’un babasından yana kayınca, üzülmüş ya da utanmış gibi, ama, hep derin bir hüzünle, annesine baktığını görüyor, içgüdüyle ürpererek başını önüne eğiyordu. Çevrelerinde dönen uşaklar da bayağı rahatını kaçırıyordu: sanki hep lokmalarını sayarmış gibi, tabakları boşalır boşalmaz hemen önlerinden alıyor, yerlerine yenilerini koyuyorlardı. Kimse karşı çıkamıyordu onlara, Enis bey bile. Yemeklere gelince, bu kadar lezzetlisini hiçbir yerde, hiçbir zaman yemediğini söyleyebilirdi, ama bunları tanıyabilecek, aralarındaki ayrımı saptayabilecek durumda değildi.
Ne olursa olsun, iki arkadaş, bu arada büyükleri, bundan sonra tüm pazarlarını Maçka’daki dairede, birlikte geçirmeye başladılar.
Bir süre büyüklerle oturduktan sonra, sanki kendi aralarındaki dostluk Refika hanımla Enis bey arasında da geçerliymiş gibi, onları baş başa bırakarak kitaplığa geçtiler hep. Burada, en sevdiği insanla baş başa olmanın mutluluğuna nerdeyse dünyanın tüm ansiklopedilerinin varlığının verdiği sevinç de eklenince, Yusuf kendinden geçti her seferinde, The New International Encyclopædia’nın, Grand Larousse Encyclopédique’in, Der Grosse Brockhaus’un, Universal Jewish Encyclopædia’nın, Enciclopedia populare’nin, Enciclopedia italiana di scienze, lettere ed arti’nin, İngilizler’in, Amerikalılar’ın, Fransızlar’ın, İspanyollar’ın, özellikle de İtalyanlar’ın daha birçok ansiklopedilerinin bez ya da meşin kapaklarını saygılı bir ürkeklikle okşadılar, boylarını ve kalınlıklarını karşılaştırdılar, zaman zaman da bir cildi usulca yerinden çekip sayfalarını ağır ağır çevirerek kâğıdın ve baskının niteliğini, düzenini ve kimilerinde gözün zor seçebildiği çizgilerden, kimilerinde doğayı bile kıskandıracak renklerden oluşmuş resimlerini incelediler, içeriği konusunda bir görüş edinmek için de uzunca bir madde seçip okumaya giriştiler. Sonra, daha Maçka’da buluştukları ikinci pazarda, Yunus her ikisi için de doyumsuz bir tür oyun çıkardı: biri bir ansiklopedi aldı, öbürü başka bir ansiklopedi: kentler, savaşlar, ünlü kişiler, büyük buluşlar konusundaki maddeleri karşılaştırdılar, sonra sıra birtakım kavramlara geldi. Gene bu ikinci buluşmada, Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers’nin serüvenini bir kez daha anımsayarak şu yeryüzünde her sorunun ansiklopediler aracılığıyla çözülebileceğine bir kez daha inandıktan sonra, Yusuf tüm bu ansiklopedilerin en az onda sekizinin dilini bilmememesine çok üzüldüğünü söyledi, her birini kendi dilinden okuyabilecekleri günlerin düşüne daldılar. Ama Yunus bu konuda da umulmadık çevrenler açtı onun önünde: görünüşünü çok beğendiği bir ansiklopedinin dilini bilmemenin üzüntüsünü belirttiği zaman, o, hemen, masallardaki derviş gibi, elinden tutarak “benim evim” dediği yere, girişteki küçük bir kapının ardındaki daracık döner merdivenden yalnız kendisinin oturduğu arakata götürdü onu. Yusuf salonlarda uğradığı şaşkınlıkla bir kez daha titredi: birincisinin tam tersi bir görünüm egemendi burada: masa, iskemle, dolap, yatak, kitaplık sıradan eşyalardan da küçüktü; öyle görünüyordu ki, bu eşyalar daha Yunus çok küçükken, altı yedi yaşındayken, onun boyutlarına göre yapılmıştı, ama duvarlardan birinde, saçları ortadan ayrılıp omuzları düzeyinde kesilmiş, uçları yana doğru açılan, açık renk gözlerinden anlatılmaz bir hüzün yayılan, genç, zayıf ve çok güzel bir kadını, iki yıl önce ölmüş olan annesini gösteren büyük boy bir fotoğraf, çekmecelerde, sıkı sıkı bağlanmış mektup ve fotoğraf desteleri, bir zamanlar annesinin kullandığı anlaşılan firketelerle, taraklarla, yüzüklerle, bileziklerle dolu kutular, komodinlerin üstünde gene annesinin fotoğrafları ve ufak tefek eşyaları aynı zamanda bir küçük kadının odasına dönüştürüyordu her şeyi, annenin odasında mıydı, çocuğun odasında mı, yoksa çocuk ölmüş annesinden kalan kimi eşyaları buraya mı taşımıştı, insan anlamakta zorlanıyordu.
Yusuf karşılarındaki duvarda, iki büyük fotoğraf arasında asılı gitarı gösterdi.
“Bu da annenin miydi?” diye sordu.
“Hayır, benim gitarım,” dedi Yunus.
“Gitar çalmasını da mı biliyorsun?”
Yunus dostunun sorusuna yanıt vermedi. Kalktı, duvardan gitarı alıp karşısına oturdu, çalmaya başladı. Yusuf birden büyülenmiş gibi oldu: bir çocuk ezgisine benziyordu çaldığı, ama öyle güzeldi ki, arkadaşı da öylesine güzel çalıyordu ki dinleyenin gözleri yaşlarla doluyor, zaman ve uzam duygusu silinip gidiyordu. Bitirdiği zaman, Yusuf ne geçen sürenin ayrımındaydı, ne de bulunduğu yerin.
“Biraz daha çalamaz mısın?” dedi yalnızca.
Yunus gene aynı ezgiyi çalmaya