selamlayıp çıktı kapıdan. Birkaç dakika sonra, okul müdürüyle burun buruna gelince de silinmedi gülümsemesi.
Müdür ders saatinde neden sınıfta olmadığını sordu. O da, hep gülümseyerek, bu soruyu tarih öğretmenine yöneltmenin daha doğru olacağını, çünkü onun hiç kekelemeden, yani ezbere konuşmayı iyi becerdiğini söyledi. Müdür gülümsedi, elini Yunus’un omzuna koydu, “Şimdi de bu mu çıktı?” dedi. “Benden sana baba öğüdü: hocalarla zıt gitme!”
Yunus mutluluktan uçuyordu.
“Haklısınız, efendim: bir nasihatte bin musibet vardır,” deyip bahçeye doğru yürüdü.
Buluşunun tadını çıkarmak istiyor, bahçede, ağaçlar altında, hiçbir şeye bakmadan yürürken, “Daha önce bunu nasıl düşünmedim?” deyip duruyordu. Yusuf’a da yineledi bunu. Ama kekelemeden konuşanlar kalabalığının gurur duyduğu anlaşılan dilin ortaya çıkışını bir bozulmanın başlangıcı olarak göstermesi, bir de, yazıdan sonra geldiğini söyleyerek, insanlığın uzun tarihinde dilin görece yeni bir kurum olduğunu, dolayısıyla doğal bir veri sayılamayacağını, bunun sonucu olarak da kekemeliğin bir sakatlık olmadığını anıştırmış olmak hoşuna gidiyordu. Ancak, tüm bunlarla nicedir kafasını karıştıran arayış arasında doğrudan bir bağ kurmayı usundan bile geçirmemişti. Dersten atıldığı sırada, çok yakında böyle bir etkinliğe gireceğini söyleseler, kahkahalarla gülerdi.
Ama, o günden sonra, Yunus’la Yusuf’un, bir ölçüde de tüm okulun yaşamında, yepyeni bir dönem başladı: kimilerine göre bir uydurmaca, kimilerine göre bir kurmaca, iki arkadaşa göre de bir araştırma ve bulgulama dönemi: iki arkadaş, özellikle pazar günleri, ansiklopedilerde ve kitaplarda hep ilginç kuramı doğrulayacak bilgiler aradılar. En sonunda, bir gün, akşamüzeri, kuramlarını kanıtlamaktan umutlarını kesmeye başladıkları bir sırada, Yunus, gözleri çakmak çakmak, “Buldum! Buldum! Buldum!” diye haykırdı, sonra, elindeki kitabı dostuna uzatmak varken, kekeleye kekeleye okumaya başladı: değişik dönemlerde, değişik düşünürler yazının dilden önce bulunduğunu öne sürmüşlerdi. Örneğin Fransa’da, daha on yedinci yüzyıl başlarında, Vigenère ile Duret coşkuyla savunmuştu bu kuramı, örneğin yirminci yüzyılda Jacques van Ginneken’in aynı kuramı aynı coşkuyla, hem de daha güçlü kanıtlarla savunduğu görülmüştü. Ona göre, ilk piktogram’lar elin devinimlerini yansıtmaktaydı, yazı da, çok daha sonra eklemlenimli diller de bu devinimlerden kaynaklanmıştı. Kanıtı da en eski Çin harflerinin büyük bölümünün bu devinimleri göstermesiydi. Leibniz’in, bilerek ya da bilmeden, Çin yazısını uluslararası dil olarak önermesinin nedeni de bu olmalıydı: Çin yazısı ilk ve doğal yazıydı. Savın yanlışlığını kanıtlamaya kalkanlar da vardı kuşkusuz, ama onlar umursamıyordu: bu kadarı yeterdi. Yusuf kalktı, hiçbir şey söylemeden kucaklayıp havaya kaldırdı dostunu. Gözlerinde sevinç gözyaşları, yanaklarını öpüp usulca yere bıraktı.
Ertesi gün, okulda, önlerine gelene allayıp pullayıp anlatıyorlardı büyük buluşlarını. Daha doğrusu, bu iş için belirledikleri yöntem uyarınca, Yunus kuramı açıklıyor, Yusuf da, onun belleği çok sağlam ve konuşması çok düzgün destekçisi olarak, kuramın kanıtlarını sıralıyordu. Sınıf arkadaşları, başka sınıflardan meraklı öğrenciler, kafaları iyice karışmış bir durumda, anlatılanları dinliyor, bir türlü kesin bir kanıya varamıyor, ama içlerinden biri nicedir kesin olarak benimsenmiş görünen bir saptamayı böylesine sarsabildiği, İngiliz ve Amerikalı öğretmenler arasında bile hiç kimse karşısına çıkamadığı için gurur duyuyorlardı. Bir öğrenci topladığı kanıtları kendisini sınıftan atan tarihçiye göstermesini salık verdi. Yunus “Boş ver, değmez!” demekle yetindi. Ama genç bir ingilizce öğretmeni, “Senin van Ginneken kesinlikle yanılıyor,” deyince, kuşkusuz hep kekeleyerek, ama güven içinde, “Bence hiç de yanılmıyor, ama benim kuramım onunkinden farklı, efendim,” diye yanıtladı. “Ben önce söz yoktu demedim hiçbir zaman; bana göre, başlangıçta, söz yalnız insan için değil, tüm yaratıklar için vardı.”
Yunus daha önce hiç usuna getirmemişti böyle bir şeyi, nerdeyse hiç düşünmeden, birdenbire, bir savunma güdüsüyle söyleyivermişti, ama, hemen o gün, dostunun da desteğiyle, kuramını geliştirmeye başladı: evet, söz her zaman vardı, ancak, başlangıçta, hayvanlar için olduğu gibi insanlar için de eklemlenimsiz bir söz, yani bir tür ötüş söz konusuydu, kimi insanlar, dilin yetersiz kaldığı kimi durumlarda, kimi hayvanların da yaptığı gibi, el ve yüz devinimlerini kullanmaya başlamış, devinimlerin yaygınlaşıp ortak özellikler kazanması üzerine, işin içine somut nesneleri de katarak piktogram denilen yazıya geçmiş, yazıdan da zaman içinde eklemlenimli dili çıkarmışlardı.
Amerikalı genç öğretmen bayağı etkilendi bu sözlerden, sevgiyle saçlarını okşadı Yunus’un, “Ama devinimlerden yazıyı çıkarmanın gereğini açıklamak hiç de kolay görünmüyor, dostum,” dedi.
Yunus bir süre düşündü.
“İnsanlar karşı karşıyayken, şimdi bizim konuştuğumuz gibi konuşmaya da, yazmaya da gereksinimleri yoktu, ama, karşı karşıya gelememeleri durumunda, anlamlı devinimleri taşa, toprağa çizmelerinden daha doğal bir şey olamazdı,” dedi.
“Olabilir, ama, biliyorsun, bugün bile dünyanın kimi yerlerinde yazısız toplumlar görüyoruz,” dedi Amerikalı.
Yunus bir an duraladı, sonra, kararlı bir biçimde, ama hecelerini her zamankinden çok daha fazla yineleyip aralarını çok daha fazla açarak “Bunlar hep tarihsiz toplumlar, efendim,” diye yanıtladı, “yazıyı söze geçtikten sonra bırakmadıklarını kim ileri sürebilir?”
Amerikalı gülümsedi.
“Tam inandım diyemem, ama sen başka türlü bir çocuksun, burası kesin,” dedi.
Yunus’un utkusunun kesinlenmesi için bu kadarı yetti de arttı bile: bundan sonra, daha bir güvenle girişti araştırmasına. Hiç kuşkusuz, bu konuda ansiklopedilerin ve kitapların istenen kanıtları sağladığı söylenemezdi, ama o, genel bir kandırmaca karşısında bulunduklarını kesinledi, ansiklopedilerde ve kitaplarda bulamadığını gene ansiklopedilere ve kitaplara dayanarak kendisi üretti. Sınıf arkadaşları tarih öğretmeniyle tartışmasını sürekli bir şaka konusuna dönüştürüp de dostuyla koyu söyleşilere daldığı her seferde, “Gene neler kesiyorsun, kuramcıbaşı?” dedikleri ya da ondan bu tartışmada ortaya attığı görüşün gerekçelerini istedikleri zaman, bir tür meydan okumayla, yüzlerden giysilere, yollardan evlere ve baltalara varıncaya kadar, ortamın tüm ayrıntılarına da girerek, daha konuşma evresine ulaşmamış insanların bildirişim için çizdikleri resimlerin ister istemez belirli bir yalınlaşmanın ardından tek biçimliliği, tek biçimliliğin de yinelemeyi getirdiğini, bunun sonucu olarak, tarihöncesinde benzerleri çok bulunan bir öykünmeyle, artık gösterdiklerine hiç benzemeyen resim birimlerinden belirttiklerine hiçbir zaman benzemeyecek olan söz birimlerine, yazının gittikçe daralmış kalıplarından bu daralmışlığı her zaman sürdürecek olan dilsel kalıplara gelindiğini anlattı, arkasından, sanki dil yaratılırken kendisi de oradaymış gibi, uzun ve karmaşık betimleme ve açıklamalara daldı, sonra, belleği ya da imgelemi çenesine direnmeye başlayınca, ünlü kahkahasını koyverdi. Hemen her seferinde de sözlerini, “Benim bunda bir suçum yok!” diye bitirdi. Hiç kuşkusuz, sık sık yinelenen kahkahalarının sezdirdiği gibi, Yunus’un her şey gibi kendi varsayımını da fazla önemsemediği düşünülebilirdi, ama, biraz da çevresindekilerin kışkırtmasıyla, gittikçe daha coşkulu, gittikçe daha güvenli konuştu.
Konuşmakla da kalmadı: bir gün, yaşlı türkçe öğretmeninin verdiği serbest yazı ödevinde, yeryüzünde en gelişmiş dilin kuşların dili olduğunu, insanların