Yücel Tahsin

Yalan


Скачать книгу

Bu yüzden olacak, bu “yıldırım aşkı” herkesi şaşırtmıştı: Kuşların Oğlu nasıl olurdu da bunca kız arasında Canan gibi bir köylüyü seçerdi ki? Sınıf arkadaşlarından biri kendisine de sormuştu bunu. O zaman, hiçbir şeye kolay kolay kızmayan Yunus, boyuna bakmadan, arkadaşının üstüne yürümüş, ama, ne o gün, ne başka bir zaman, herhangi bir yanıt vermemişti.

      Ne olursa olsun, başlangıçta her şey çok iyi gitti. Hatta Yunus’la görüşmeye başladıktan sonra, tüm arkadaşları kızcağızın ortalıkta sarhoş gibi dolaşmaya başladığını söylüyor, “Köylülüğünün üstüne bir de Kuşların Oğlu binince, bizimki feleğini şaşırdı,” diyorlardı. Her fırsatta birlikte olmaya can attıkları da ortadaydı: iki arkadaş kimi hafta sonları görüşemez oldular. Yusuf tam üç hafta süresince bir kez bile Kuşlar’ı dinleyemedi. Maçka’da, arakatta buluştukları ender zamanlarda da Yunus ozanlığın ve kekemeliğin kaynağını bir yana bırakarak hep bu kızdan söz etmeyi yeğledi. Anlaşılan, kötü tutulmuştu: bu kızdan uzakta kalmaya dayanamıyor, hep ondan söz ederek yokluğunun yarattığı sıkıntıyı biraz olsun bastırmaya çalışıyordu. Bulduğu bir başka çözüm de yanından her ayrılışında ondan bir şeyler almaktı: bir fotoğraf, bir mendil, kala kala ucu kalmış bir kurşunkalem, çayını karıştırdığı kaşık, yarım bıraktığı ekmek dilimi. Vesikalık fotoğrafını büyüttürtüp annesinin fotoğrafının karşısına astığı gibi, bu ufak tefek nesnelerin kimileriyle masasını ya da kitaplığının raflarını süsledi, kimilerini de masasının alt çekmecesinde ya da ceplerinde sakladı, derslerde canı sıkıldıkça çıkarıp baktı, çevrelerinde dönerek tutkusunu alaya almaya kalkanlara kulak bile asmadan, sesini alçaltmaya da gerek görmeden, dostuna bu küçük nesnelerin ilginç öykülerini anlattı durdu.

      Bir pazartesi sabahı, çok daha gözüpek bir adım attı: sırtında sevgilisinin kırmızı kazağıyla geldi okula. O günlerde, bir erkek öğrencinin kırmızı kazakla dolaşması görülmüş şey değildi; üstelik, bu kazak hem kendisine bayağı büyük geliyor, hem de ne zamandır biçimini aldığı genç kız göğsünün çıkıntılarını belli ediyordu. Çocuklar çığlıklar kopararak çevresinde toplandılar. Orasından burasından, özellikle de göğsündeki şimdi içi boş çıkıntılardan tutup çekiştirmeye kalkanlar oldu, yumruklarla, tekmelerle dağıtmaya çalıştı onları. Ne olursa olsun, arkadaşlarının bitmez tükenmez alaylarına, öğretmenlerin şaşkın ya da kızgın bakışlarına aldırmadan, tüm hafta boyunca, göğsünü gere gere giydi kırmızı kazağı.

      Ama, olay öyle büyüdü, öyle dallanıp budaklandı ki, o haftadan sonra, Yunus sevgilisinden hemen hiçbir şey koparamadı, onunla haftada iki gün buluşmak da erişilmez bir düş oldu. İkide bir telefona sarılıp aradı onu, buluşmak için sıkıştırıp durdu, ama bu ayrıcalığa çok seyrek ulaşabildi. İşin şaşırtıcı yanı, kız sanki istemediği için değil de önüne çıkan korkunç bir engeli aşamadığı için geri çeviriyordu kendisini. Çok seyrek bir biçimde, ıssız ve uzak yerlerde, çok kısa süren buluşmalarında, Canan, iki gözü iki çeşme, bu ilişkinin geleceği olmadığını, sanki bir aradalarmış gibi, ayrılmanın daha uygun olacağını söyledi, bir delilik nöbetine tutulmuşçasına, dakikalar süresince, şaşırtıcı bir hızla, iki eliyle birden, yanaklarını, saçlarını, ellerini okşadıktan sonra, hıçkıra hıçkıra, arkasından gelmemesini söyleyerek hızla uzaklaştı.

      Eski aşk söylencelerinin kahramanlarını ayıran engeller gibi aşılmaz bir engel vardı sanki aralarında. Oysa ne aileler arası düşmanlık, ne zenginlik ve yoksulluk, ne yerlilik ve yabancılık, ne müslümanlık ve hristiyanlık türünden bir karşıtlık söz konusuydu; kötü sonucun boylar ve konuşma genlikleri arasındaki uzlaşmazlıktan kaynaklandığını düşündürtebilecek bir belirti de yoktu ortada. Yunus, kuramının adamı olarak, yazıdan doğan dilin kurbanı olduğunu, çünkü bu dilin yalnızca yapay bir dil olarak kalmadığını, zaman içinde bir yığın asalak tutku, yalancı gerçek yarattığını, Canan’ın da bu asalak tutkuların, bu yalancı gerçeklerin etkisiyle kendisinden uzaklaştığını söylemişti dostuna. O yıllarda kendilerini oldukça yakından izlemiş, ozan yaradılışlı bir arkadaşın: Kara Özdemir’in yorumuna göre de, söylencelerdekinden daha korkunç bir güç dikilmişti iki sevgilinin karşısına: insan dili kendisini aşağılamaya kalkan ölümlüden öcünü alıyordu: kırmızı kazağın öyküsünün kızlar bölümünde dilden dile dolaşmaya başlamış olması bir yana, Yunus’un sevgilisini okuldan almaya gittiği gün, sınıftaki kızlardan biri, pencereden onu göstererek, yüksek sesle, “Canan’ın cep sevgilisi geldi!” demişti; bir başka kız, gene yüksek sesle ve sanki “cep” sözcüğü cinsellikten başka bir şey çağrıştırmazmış gibi, “Boyunun küçük olması her şeyinin küçük olduğunu göstermez, hatta bir ters orantıdan söz edenler bile vardır!” diye yanıtlamıştı. “Cep sevgilisi” sözünü kullanan kız “O zaman, o işi de konuşmaları gibi uzatırsa, Canan yandı, ya da yaşadı!” diye bağlamıştı. Bir başka zaman, iki sınıf arasındaki bir toplantı sırasında, Yunus’un kekemeliğiyle boyunun kısalığını dillerine dolayan kızların önünde, onun kekelemesinden çok, kendisinin bu kekeme çocuğu dinlemesinin izlenmesinden rahatsız olan Canan “Ne olur, buralarda bu kadar konuşma, fazla uzatma, çabuk bitir sözünü!” diye fısıldayınca, Yunus’un, başına gelecekleri usuna bile getirmeden, çınıltılı bir kahkahanın ardından, “Bu… bu… bundan kolay ne var ki?” diyerek ağızdan söyleyeceklerini hemen cebinden çıkardığı küçük defterin yapraklarına yazarak sayfalar doldukça yırtıp eline vermesi her şeyi bitiriverdi; kızlar “Bunlar gibisi Birleşik Devletler’de bile görülmemiştir: bu kumrular burun buruna mektuplaşıyor!” demeye başladılar: Canan Mersinli’ydi, en çok korktuğu iki şeyden biri dile düşmek, öbürü göze gelmekti, bu işi burada kesinlikle noktalamaya karar verdi. Sevmesine seviyordu, annesi, babası, kardeşleri de işin içinde olmak üzere, bir daha hiç kimseyi böylesine sevemeyeceğini biliyordu; gene de, değil onunla görüşmek, telefona bile çıkmaz oldu. Yunus gene yazıya başvurdu, sayfalarca mektup yazdı her gün. Ama Mersinli kız her sözcükten fışkıran bu taşkın sevinin bir korkunç yıkım getirmesinden korktuğundan, biraz da zamanla kendini gerçekten mektupların koyduğu yerde, yani çok yukarılarda görmeye başladığından, aldığı her mektup kararını biraz daha pekiştirdi. En azından, ondan uzak durmasını kolaylaştırdı. Yunus’sa, her gün biraz daha güçlenen bir tutkuyla bağlanıyordu ona. Daha sonra, kimi arkadaşlarının açıkladığı gibi, sanki sıradan bir kız değil de karşı konulmaz bir güçtü onu çeken, ne olduğu bilinmeyen bir ateşe doğru atıldığını sanıyor, ama, her seferinde, soğuk küllere bulanmış olarak doğruluyordu. Ne var ki bu düş kırıklıklarını bile gittikçe daha seyrek yaşamaktaydı.

      Yunus onu ancak üç hafta sonra, kendisinin çağrılı olmadığı bir toplantıda görebildi.

      Herkes eğlenirken, o bir köşeye çekilmiş, tek başına, açık pencereden dışarıya bakıyordu. Zayıflamış, hatta nerdeyse boyu Yunus’un boyuna denk gelecek ölçüde küçülmüştü. Yunus kararlı adımlarla yanına yaklaştı, elini tutmak istedi, ateş değmiş gibi geri çektiğini gördü, irkildi. Dayatmadı, “Be… be… ben…” diye kekelemeye başladı; “Sus, konuşma, hiçbir şey söyleme!” diye uyarıldı; güç de olsa gülümsemeye çalışarak cebinden defterini, kalemini çıkardı o zaman; ama, söylemek istediklerini yazıyla dile getirmeye girişince, bir kez daha uyarıldı: “Defterini alıp hemen gitmezsen, kendimi pencereden aşağıya atarım!” Yunus zorlu bir yumruk yemiş gibi sarsıldı o zaman, durduğu yerde sallanır gibi oldu. Gene de bir kez daha zorladı durumu; ancak, daha ilk sözcüğü bile yazamadan, Canan’ın gerçekten kendini pencereden atmaya yeltendiğini gördü, belki de yaşamında ilk kez, sımsıkı beline sarıldı; onu alabildiğine