Yücel Tahsin

Yalan


Скачать книгу

dinlemeden, gülünç paralar karşılığında elden çıkardı. Buna karşılık, satılmaları durumunda, Yunus’tan ve Enis beyden bir şeyler gidecekmiş gibi, taşınmazlara dokunulmasına izin vermedi. Aynı biçimde, Maçka’daki evde de hiçbir değişiklik yapmadı, tek koltuğun, tek sehpanın, hatta tek sigara tablasının yerini değiştirmediği gibi, bir şeyler değişir korkusuyla, evde hep ayaklarının ucuna basarak gidip geldi. Sessiz ve kımıltısız kaldığı oranda yitirdiklerine yaklaştığını, buna karşılık, konuşup devindiği, yani kendi ağırlığını duyurduğu oranda onlardan uzaklaştığını sezinlediğinden olacak, izlerini silmemeye özen gösterdi. Buna bir değişiklik denilebilirse, evde yaptığı tek değişiklik annesiyle Enis beyin odasını erişilmez kılmak oldu: Enis bey “Yunus’un evi”ni nasıl kapattıysa, o da öylece kapattı onların odasını, hiçbir şeye dokunulmasına, hatta yatağın yapılmasına bile izin vermeden, kapısını dikkatle kilitleyip anahtarını masasının gözündeki küçük kasaya sakladı.

      Kendisi de onların zamanındaki gibi yaşadı. Dışarıya çok az çıkmasına karşın, her sabah sakalını özenle kazıdı, her akşam ve her sabah dişlerini fırçaladı, yemeklerini, Enis beyin ve Refika hanımın yaşadığı günlerdeki gibi, gene büyük masada, kendi yerinde yedi, salonun uzantısı durumunda olan kitaplıkta, gene her zamanki yerine yerleşip ansiklopedilerini karıştırdı, yabancı radyoları dinledi, değişik dillerin dilbilgilerine daldı, kendi yatak odasında yatmayı hep sürdürdü; ancak, hem Enis beye saygısından, hem de onu orada bulamamanın acısına katlanamamaktan korktuğundan, Yunus’un evine hiç çıkmadı; çıkmak şöyle dursun, kapısının önünü kapatan dolaplara bile dokunmadı. Evde öteden beri çalışan uşaklardan, hizmetçilerden, aşçı kadından, kapıcı Vartan efendiden hiç yakınmadı. Uşakların ve hizmetçilerin çoğu yaşlıydı, kimileri öldü. Ölüm çok acı olduğu ve başka bir ölümü anımsattığı için, Yusuf Aksu zorunlu olmadıkça yeni uşak almadı. Bu arada, Cadillac’tan artık çok az yararlanmakla birlikte, şoför Ahmet efendinin aylığını hep ödedi. Yaşlı adam, tıpkı eskisi gibi, bir başka çağı düşündüren özel kılığı içinde, hep bekledi aşağıda. Ama Yusuf Aksu’nun şaşmaz bir biçimde kendisine gereksinim duyduğu günler yalnızca bayram günleriydi. Yunus’un, Enis beyin ve Refika hanımın yan yana sıralanmış mezarlarının başına dikilip uzun süre, ama bir fatiha bile okumadan, öylece duruyordu; neden sonra, bacakları bedenini taşıyamayacak kadar yorulunca, arabaya dönerek Ahmet efendiye Edirnekapı’ya çekmesini söylüyor, bu kez de Merkez Efendi’de, anneannesiyle teyzesinin mezarlarının başında dikiliyor, en sonunda, bayağı uzun bir süre, babasının mezarını arayan bir çocuk gibi, mezarlar arasında dolaşarak taşlarının yazılarını okuyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yalnızlığının ilk zamanlarında, arada bir koca Cadillac’la dolaşmaya çıktığı da oldu, ama, nereye giderse gitsin, insanların sürekli üzerine dikilen şaşkın ve düşman bakışları onu hem ürküttü, hem yaşamdan uzaklığını kesinledi. Gittikçe kalınlaştırdı kabuğunu.

      Oysa, yaşamını biraz olsun renklendirme konusunda çözüm önerenler yok değildi. Örneğin babasının emektar avukatı Münür bey bunlardan biriydi: işlerinin yönetimini kendi yorgun omuzlarından alması için sürekli dil dökmekteydi. Ancak, en kararlı ve en coşkulu görüneni annesinin çalıştığı okuldaki en yakın arkadaşı Sulhiye hanımdı. Sulhiye hanım Refika hanımın Enis beyle evlenmesinden sonra da birkaç kez gelmişti Maçka’ya, ama, ölümünden sonra, nerdeyse her hafta gelmeye başladı. Her gelişinde Yusuf Aksu’yu karşısına alıp oturuyor, onun için bir ikinci anne sayılabileceğini vurguladıktan sonra, yaşamının yönetimi konusunda öğütlere girişiyordu. Başlıca öğüdüyse, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, bir an önce doğru dürüst bir kız bulup evlenmesiydi; böylece, hem yalnızlıktan kurtulur, hem babasının adını yaşatır, hem de adamcağızın bıraktığı büyük servetin ileride devlete kalmasını önlerdi. Söylediğine göre, bilgili, görgülü, namuslu, eli yüzü düzgün birkaç aday tanıyordu; isterse, kendisini onlarla görüştürebilir, bir tanışma dönemi geçirmelerini sağlayabilirdi. Ne var ki, önerisini her yineleyişinde, Yusuf Aksu, saygılı ve kararlı bir biçimde, şimdilik evlenmeyi düşünmediğini söyledi. Sulhiye hanım da fazla üstelemedi. Bir süre, gelip gitmelerini seyrekleştirdi, evlenme konusuna da hiç dokunmadı. Sonra bir gün yepyeni bir öneriyle geldi: tanıdıklarından okumuş bir kız, tıpkı kendisi gibi, anasını ve babasını birbiri ardından yitirdikten sonra, sözcüğün tam anlamıyla ortada kalmıştı, ne bir gelir kaynağı vardı, ne oturacak bir odası. Ufak bir ücretle yanına alacak olursa, kızcağız her işine bakar, evini düzene sokar, uşak ve hizmetçileri denetim altında tutardı. Yusuf Aksu kızcağızı böyle bir işte çalıştırmaktansa, kendisine yardımda bulunmayı önerdi. Ancak, Sulhiye hanım “Burada olursa, gözüm arkada kalmaz,” diye dayattı, bu arada, sanki bir ayrıcalık söz konusuymuş gibi, ikide bir, “Adı Necla’dır,” diye yineleyip durdu. Öyle çok yineledi ki Yusuf Aksu boyun eğmek zorunda kaldı.

      Ne var ki, sıradan ve üstü başı dökülen bir hizmetçi kız beklerken, güzel giyimli, alımlı çalımlı, ekonomiden politikaya, neden söz açılsa, kendi yorumunu getiren, bu arada, solculara atıp tutmak konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan, güvenli havasıyla insanı ezen bir hanım buldu karşısında. Elden geldiğince uzak durdu ondan, yanına gelip söyleşime girişmek istediği zamanlarda da işi başından aşkınmış gibi davrandı. Buna karşın, aradan iki hafta geçmeden, bir gece, uykunun en tatlı yerinde, çırılçıplak yatağında buldu onu: pijamasının altını çıkarmış, üstünü de çıkarmaya çalışıyordu. Tepeden tırnağa titredi. “Ne oluyor? Siz kimsiniz? Nerden geldiniz?” diye sordu yüksek sesle. Kız parmağını dudaklarına bastırdı, “Yavaş! Bütün evi uyandırmak mı istiyorsun?” dedi. Yusuf Aksu kiminle karşı karşıya olduğunu o zaman anladı, hemen çıkıp gitmesini söyledi ona, istediği de buydu. Ama Necla oralı bile olmadı, kulağını dudaklarının arasına almaya çalıştı, “Sen sus, hiçbir şeye karışma,” diye fısıldadı, “Sen öyle dur, bana bırak her şeyi.” O da boyun eğdi sonunda, çırılçıplak kaldı, kendisinden istendiği gibi, hiçbir şeye karışmadan, öylece durdu, beklenmedik konuğunun bir yandan elleri, bir yandan dili ve dudaklarıyla, bedeninin her yanını öpüp okşayışını dinledi. Karşılık vermedi, dudaklarını dudaklarına yapıştırmaya kalkmadıkça, fazla bir tepki de göstermedi. İçinde tuhaf bir korku vardı, yüreği de kötü çarpıyordu, bu yüzden fazla bir haz duymuyordu; ancak bu gittikçe hızlanan dokunuşlar çok da kötü gelmiyordu. En iyisi kızın kendisini karşılık vermeye zorlamaması ve artık hiç konuşmaması, kendini nerdeyse tüm varlığıyla devinimsiz bedenini okşamaya vermesiydi. “Tanrım, çok geç uyanıyorsun!” diye söylendiğini duydu bir ara, bir süre sonra da “Ama hiç uyanmıyor da değilsin, işte uyanıverdin!” dediğini, hemen arkasından da, kendisi bacaklarını karnına doğru çekerken, en sonunda kollarını gevşeterek, “Olamaz! Boşalıverdi!” diye inlediğini işitti, yüzünü duvardan yana döndü. Ama kız yılmadı, eğilip yanağını öptü, “Sen sıkma canını, bunun yarını da var!” diye fısıldadı kulağına.

      Ertesi gece de, sonraki gecelerde de geldi. Üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaptı, üç aşağı beş yukarı aynı sonuçları aldı, aynı sözcükleri yineledi: “Geç uyanıp erken boşalıyorsun, ama sıkma canını, bunun yarını da var!” Gündüz, evin adamları arasında gidip gelirken, kendisine, genellikle kendi uygun bulduğu saatlerde, çay ya da kahve getirdiğinde ya da yakınında bir koltuğa ilişip solcuları çekiştirirken, gece karşılaştığı başarısızlık hiç keyfini kaçırmamış gibi görünüyordu; tam tersine, anlatılmaz bir şenlik havası yayıyordu çevresine; bu yüzden olacak, kadın, erkek, herkes kendisine hayrandı evde, elini sıcaktan soğuğa vurdurtmamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yusuf Aksu’ya gelince, yatağına