En azından, o yatağındayken hep böyle düşünüyordu. Buna karşılık, gündüzleri, çalışma odasında kitap karıştırırken, salonda otururken, geceleri, yatağında, uykuya dalmadan önce, ikide bir onu düşlemeye başlıyor, kolay kolay da bu düşten sıyrılamıyordu: kimsesiz kız, dili, dudakları, göğüsleri, elleri, kalçaları ve bacaklarıyla kolay kolay veremediği, verince de nerdeyse başlamadan biten hazzı bu yarı uyanık düşlerde veriyordu ona: beden kısa sürede uyanıp geriliyor, gerginliği de bayağı sürüyordu. Öyle ki Yusuf Aksu aynı şeyin o yatağa gelince de süreceğine inanmaya başlıyor, bir kez daha, kapısını açık bırakıyordu. Ama bir kez bile gerçekleşmedi umduğu. “Bu iş ancak bu kadar olur,” diye düşündü. Ondan aldığı, daha doğrusu onun zorla verdiği hazzın başka kadınlardan alabilecekleri konusunda iyi bir ölçüt olduğunu düşünmekten de kendini alamadı, her geçen gün biraz daha soğuk davrandı ona, hiç böyle bir alışkanlığı bulunmamasına karşın, arada bir terslediği bile oldu. Böylece, kısa sürede tüm evin gözdesi olan Necla hanım bir sabah erkenden sokağa çıktı, akşamüzeri Sulhiye hanımla birlikte döndü, evde nesi var, nesi yoksa hepsini topladılar, hiçbir açıklamada bulunmadan alıp gittiler. Bir daha da ortalarda görünmediler. Yusuf Aksu bir süre bekledi, gergin düşleri birkaç ay eskisinden de güçlü bir biçimde sürdü, sonra, yavaş yavaş, hem zayıfladı, hem seyrekleşti, sonra her iki kadın da çıkıp gitti düşüncesinden: böyle şeyler hiçbir zaman fazla çekmemişti onu.
Alışılmış düzenine geri döndü böylece, her şey değiştikten sonra, o pek bir şey değişmemiş ya da değişmeyen yalnızca nesneler ve alışkılarmış gibi davrandı, ölüm düşüncesi de yavaş yavaş yakasını bıraktı. Dışarıdan bakılınca, bundan hoşnutmuş, evin eski düzeninin ve eski görüntüsünün sürmesi kendisini mutlu etmeye yetiyormuş gibi görünüyordu: günlerce, pencereden denize ve karşı kıyılara bile bakmadan, sanki ivedi yetiştirilmesi gereken bir çalışma hazırlarcasına ansiklopedilerle oyalanması, dünyayı sarsacak bir olay bekliyormuş gibi yabancı radyo istasyonlarını dinlemesi de bunu kanıtlar gibiydi. Üzerine birdenbire koyu bir sis gibi çöken yalnızlığın yaşamında açtığı boşluğu bunlarla dolduruyordu. Ayrıca, denilebilirdi ki, ansiklopedi de, yeni diller de, yabancı radyolarda onda biri anlaşılıp onda dokuzu anlaşılmayan konuşmalar da birer kekelemelik edimiydi, dolayısıyla, çok yetersiz bir düzeyde bile olsa, Yunus’la özdeşleşmenin değişik biçimleri olarak değerlendirilebilirdi. Bununla birlikte, Yunus’la özdeşleşmenin kekelemeden sonra en anlamlı ve en ilginç biçimi kendi deyimiyle “kuşların konuşmalarını dinlemek”ti belki.
Bir mayıs günü, akşamüstü, uzaktan denize ve karşı kıyılara, yukarıdan apartmanın kocaman bahçesine bakan bir pencerenin önünde, dalgın dalgın otururken, nerdeyse kendiliğinden başlamıştı bu alışkanlık. Yunus’un kuşların dili çevresinde söyledikleri hep usundaydı, onun her sözü gibi bu sözlerine de hâlâ inanıyordu, ama Yunus gibi o da inandığının doğruluğunu denemeyi hiçbir zaman düşünmemiş, o da çevresindeki canlı kuşlara hiç mi hiç ilgi duymamıştı. Ancak, o akşamüstü, pencerelerde, bahçede, damların ve denizin üstünde, özellikle denizin üstünde, öyle çok kuş vardı ki, öyle çok gidip geliyor, öyle çok ve öyle canlı, öyle sevinçle ötüyor, birbirlerine sesleniyor, birbirlerini yanıtlıyorlardı ki ilgisiz kalmaya olanak yoktu, o da etkilendi ister istemez, her şeyi unutarak onları izlemeye başladı. “İstanbul’da bu kadar çok, bu kadar değişik kuş bulunduğunu bilmezdim,” dedi kendi kendine. “Ne bu böyle? Kuşların bayramı mı bugün?” Kalktı, pencereyi açtı, uzakta, denizin üstünde dönenen martıları, kimi zaman uzaktan, kimi zaman çok yakından uçan, ok gibi içeriye dalacakmış gibi yapıp son anda yön değiştiren kırlangıçları, bahçede, yerde, dallarda, oraya buraya atlayan serçeleri, sakaları, çalıkuşlarını, sığırcıkları, kumruları, güvercinleri, kargaları hayranlıkla izledi. Nereden geldiğini bilmediği, belki de insanlığın dil öncesindeki arılık dönemlerine bağlanan bir özlemle başı döndü. Aynı anda, uçsuz bucaksız ve göz kamaştırıcı bir aydınlıkta, kuş seslerinin aydınlığında buldu kendini, gözlerini yumdu, öyle durup kuşların sesini dinledi bir süre, “Evet, Yunus haklı, Yunus yerden göğe haklı: kuşlar konuşuyor işte, ama bu konuşmadan da fazla bir şey,” diye söylendi. “Fazlasıyla fazla bir şey!” Fazla olan neydi? Tüm kuşların ortak ezgisi mi, doğanın mayıs dinginliğinin etkisiyle kuş konuşmalarının ezgiye dönüşmüş biçimi mi? Fazla oyalanmadı bunun üzerinde. Doğa hiçbir zaman fazla ilgilendirmemişti onu. Kuşların konuştuğuna inandığına göre, doğada doğal olmayanı daha ilginç bulduğu da söylenebilirdi. Gerçek olan bir şey varsa, o da bu şenlik karşısında büyülendiği, kendini her şeyden soyutlanmış, Yunus’un yokluğunun acısından bile uzaklaşmış olarak bu seslerin odağında bulduğu ve burada kalmaktan başka hiçbir şey istemediğiydi. Kaldı da, uzun süre kaldı. Mutfak yanında bir ayak sesi işitip de gözlerini açtığı zaman, güneş batmış, ortalık kararmaya yüz tutmuştu, dışarıdan değil de kendi içinden geliyormuş ya da yalnızca gözkapaklarının açılıp kapanmasına bağlı bir oyunmuş gibi ezgi de yok oluverdi. İçini çekti. Aynı anda, önündeki pencerenin pervazından daha önce hiç görmediği iki ak kuş havalandı, bir çift ışık çizgisi gibi, yan yana, birbirine değecek kadar yakın, ok gibi uzaklaşıp göğün mavisinde siliniverdiler. Yusuf Aksu gözlerini gökyüzünde dolaştırdı, pencereden eğilip bahçenin ağaçlarına baktı. Nerdeyse tüm kuşlar ortadan çekilmişti. “Olur şey değil!” diye mırıldandı, şurada en az iki saattir yaşadıklarının yalnızca bir düş olup olmadığını düşündü.
Gene de, o günden sonra, kuşlar hep çekti ilgisini, radyo dinlerken, ansiklopedi karıştırırken, koltuğunda uyuklarken, güvercin kuğurdaması bile olsa, şöyle biraz canlı, biraz farklı bir kuş sesi işitti mi nereden geldiğini ve kuşun bu sesi çıkarırken ne yaptığını anlamaya çalıştı. Bu arada, örneğin güvercinlerin ya da kumruların karşılıklı ötüşlerine eşlik eden devinimlerin anlamını çözmekte hiç zorlanmadı, konumlarını kendisininkinin tam tersi olarak nitelediği de çok oldu. Ama, belki de yalnızca konuşmanın varlığını saptadığı, hiçbir zaman tümce ya da sözcük düzlemine inmediği için, hiçbir biçimde bir üzüntü nedeni çıkarmadı bu karşılaştırmadan. Buna karşılık, kimi geceler, ama ayda yılda bir kez, çok yakınlarda bir yerlerde, birbirine saniyesinde yanıt veren iki görünmez kuşun ince, yumuşak, anlaşılmaz söyleşisi karşısında gözleri yaşardı her zaman, görünmediklerinden olacak, tüm ilişkileri bu seslerdeymiş, bu seslerle yalnızca konuşmakla kalmıyor, aynı zamanda oynaşıyor, sevişiyorlarmış gibi bir duyguya kapılıyor, onların sesini işitti mi her şeyi bırakıyor, sabaha kadar da konuşsalar dinliyordu. Nerdeyse bir dostluk gereğiydi bu, çünkü, ona öyle geliyordu ki, bu iki kuş olsa olsa kuş bayramı diye nitelediği gün pencereden bir ok gibi fırlayarak göğü delip geçen ak kuşlar olabilirdi. “Yunus’un kuşları,” diye söyleniyordu.
Yusuf Aksu o günden sonra hep dinledi ve izledi kuşları. Ancak, onlar da dünyaya bağlayamadı kendisini: hâlâ arada bir ölümün geldiğini duyarak soluğunu tutup elleri göğsünde, öylece beklemesi, beklediği gerçekleşmeyince, derin derin göğüs geçirerek ıslak gözlerini silmesi göz önüne alınınca, bu koca evde kendini yalnızca bir konuk olarak gördüğü, hiçbir şeyi bozmamaya özen göstermesinin de bundan kaynaklandığı düşünülebilirdi. Enis beyin emektar avukatı Münür bey, iş görüşmelerine geldiğinde, babasının, şimdi de kendisinin bir dostu olarak, onu biraz silkelemeye çalıştı, biraz açılmaya zorladı, kimi işlerin çözümü için birlikte çıkmayı önerdi, tasarılarını öğrenmeye, yaşamına birtakım amaçlar sokmaya çalıştı, ama çabaları sonuç vermedi. Bu arada, gerek kolejden, gerek Edebiyat Fakültesi’nden birtakım eski sınıf arkadaşları arasında, kapısını çalanlar da oldu. Bunlara arkadaş denilebilirse, kolejdeki arkadaşlarının,