Yücel Tahsin

Yalan


Скачать книгу

Kendi uzmanlık alanının dışında kalan her konuya yakın ilgi gösteren, ama, yaşam ilkesi gereği, herhangi bir konuda açıkça yan tutar görünmekten özenle kaçındığı için patırtıyı oturduğu yerden izlemiş olan ünlü bir toplumbilim profesörüyse, ser verip sır vermeyen dar arkadaş çevrelerinde, basının bu olaya ve Yusuf Aksu’nun kişiliğine gösterdiği büyük ilgiyi “halkımızın ümmilik tutkusuyla” açıkladı; bildirisini yazılı olarak sunan bir Yusuf Aksu’ nun yaratabileceği ilginin boş kâğıtlarla yarattığı ilginin gölgesi bile olamayacağını, kısacası, her şeyi bu boş kâğıtların belirlediğini anlattı. Boş kâğıtlara ayrılan satırların oranı da kendisini haklı çıkarır gibiydi: kimi konularına fazlasıyla egemen olduğu, kimi gözlemlerini kâğıda dökmeyi kendini beğenmişlik sayacak ölçüde alçakgönüllü davranmak istediği, kimi bizim bilim adamlarımızın henüz onun düşüncelerini anlayacak düzeye gelmediklerini önceden bildiği için, bildirisini yazma yoluna gitmeyip “bir Fransız atasözünün dediği gibi yürekten okuduğunu” yazıyor, ama konunun bu yönüne hepsi de özel bir önem veriyordu.

      Hangi açıklama benimsenmiş olursa olsun, konuya büyük ilgi gösterildiği kesindi: Uluslararası Dilbilim Günleri’nin açılış törenine tek sözcükle yer vermemiş olan gazeteler bile Yusuf Aksu olayına birinci sayfalarında yer verdiler. Böylece, yayımladığı çıplak kadın fotoğraflarının çarpıcılığıyla ünlü bir gazete Yusuf Aksu’nun elinden alınan boş kâğıtların fotoğrafını renkli göğüs ve kalçalar arasında, “Soymadığımız bir bilim adamları kalmıştı!” başlığıyla sunuyor, “bildiri söğüşçülüğü”nün öyküsünü oyuncu ve şarkıcıların aşk öykülerinden daha uzun bir yazıyla veriyordu; ilerici diye adlandırılan ünlü bir gazete aynı ayrıntıları “Üniversitede sansür” başlığı altında sıralıyor ve Yusuf Aksu’nun alçakgönüllü kılığı üzerinde özenle durduktan sonra, bizi bu büyük dilcinin kim bilir hangi gerekçelerle bilim kurumlarımızın dışında bırakıldığını düşünmeye çağırıyordu; kendine özgü yorumlarıyla ün salmış sağcı bir gazete “Devlet dilbilimine karşı çıkan Yusuf Aksu susturuldu” başlıklı haberinde, olayı oldukça yansız bir biçimde özetledikten sonra, Yusuf Aksu gibi “dünyaca ünlü” bir bilim adamının siyonistlerin oyununa gelmesinin üzücü olduğunu yazıyordu. İşin ilginç yanı, hepsinin de Yusuf Aksu’yu kamuoyunun yakından tanıdığı “dünya çapında dilbilimcimiz” olarak sunmasıydı. Öfkeli profesörlerin resimlerini “İncil’in paralı askerleri” yazısıyla sunduktan sonra, Yusuf Aksu’yu Kuran’ın savunucusu olarak niteleyen dinci gazete bir yana, hiçbirinin üzerinde durmadığı bir konu varsa, o da insanlığın konuşmaya mı, yoksa yazmaya mı daha önce başladığıydı.

      Ancak, olayı izleyen günlerde, konuya geri dönenler hiç de az değildi, özellikle Uluslararası Dilbilim Günleri’nde toplantı salonunu yuhalarla çınlatmış olan dilciler, davranışlarını aklamak amacıyla tüm gazetelere yollanan ortak bir yazıda, Yusuf Aksu’nun görüşüne şiddetle karşı çıktıktan sonra, yazının bulunuşunun dilin oluşumundan binlerce yıl sonra geldiğini kanıtlamak için birçok bilim adamına göndermede bulunup birçok tarih ve olgu sıraladılar. Ne var ki gazeteciler arasında bu yazıya değer veren olmadı: kimi, “Adam saçmalamış olsa, bu kadar patırtı kopar mıydı?” diyerek gülüp geçti, kimi, kanıtları geçerli bulduğu zaman bile, “Bu hocalar gerçekten kelek: Yusuf Aksu’nun kendileriyle ince ince alay ettiğini hâlâ anlayamamışlar!” dedi; kimi, “Adamı konuşturmadılar bile, gerçekten böyle dediğini kanıtlayacak bir belge yok ki ellerinde! İki çift lafını da kıçından anladılar herhalde!” diye gülüp geçti; kimi de, yayımlansın diye yollanmış uzun yanıtı buruşturup çöp sepetine atarken, “Sen herifin sözünü daha ilk tümcesinde ağzına tıka, sonra da söyletmediğin sözlere sayfa sayfa yanıt ver! Onun da bir bildiği vardı herhalde, önce onu dinlemek gerekir!” diye homurdandı.

      Bu olanağı kendileri yaratmak için ellerinden geleni yaptılar doğrusu: hem “bilimsel olduğu söylenen bir toplantıda” bilim adamlarınca engellenen söz hakkını gazetede kendisine fazlasıyla sağlamak, hem de yaşamı ve görüşleri konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için, nice gazeteci günler boyunca Maçka’daki tarihsel apartmanın kapısını aşındırdı. Şimdi bunu yapmak daha bir doğal, daha bir gerekli görünüyordu: başlangıçta fısıltıdan doğmuş ünü ve alçakgönüllü görünüşü, kendini tüm varlığıyla bilime adamış adam imgesi çekmişti onları, şimdi, uzaktan bile olsa, kendisini somut olarak görüp izlemelerinden sonraysa, oturduğu bu görkemli apartman, bu apartmanın tümünün kendi malı olması, bindiği eski model, ama pırıl pırıl Cadillac ve özel kılığıyla bir önceki yüzyıldan kalmış izlenimi uyandıran ak saçlı şoförü büyülüyordu. Onu yüceltmek için elinden geleni yapmaya hazırdı hepsi. Ama Yusuf Aksu kalabalığı, gürültüyü ve gevezeliği oldum olası sevmemişti; umulmadık bir gözükaralıkla, patırtının odağına dek gittikten sonra, bu tatsız deneyimi unutmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Gene de, bir akşamüstü, tam on gündür sabahın sekizinden akşamın dokuzuna kadar apartmanın önünde nöbet tutan bu genç insanlara acıyarak dairesinin kapısının önünde görüştü onlarla, ama Uluslararası Dilbilim Günleri’nde kendisine yapılanlar konusundaki bitmez tükenmez soruları karşısında, ya sustu, ya da bilim adamlarına her zaman saygı duyduğu, bu olayın da saygısını azaltmadığı gibi pek de inandırıcı görünmeyen sözler söyledi; geliştirdiği özgün dilbilim kuramına ilişkin sorular sorulunca da Yunus’un alaycı bakışlarının üzerine dikildiğini görür gibi oldu, ermişlere yaraşır bir alçakgönüllülükle boynunu büktü, “Kuram mı? Hangi kuram? Ben kimseye bir kuram geliştirdiğimi söylemedim,” demekle yetindi.

      Bir bayan gazeteci birden ileriye fırladı o zaman.

      “Peki, efendim, Sezen Aksu’yla bir akrabalığınız var mı?” diye sordu.

      Yusuf Aksu şaşırdı.

      “Sezen Aksu mu? Hangi Sezen Aksu?” dedi.

      “Hangi Sezen Aksu olacak, hocam? Sanatçı Sezen Aksu, yani Minik Serçe. Yoksa siz bir Sezen Aksu daha mı tanıyorsunuz?” dedi bayan gazeteci.

      Yusuf Aksu şaşkın şaşkın başını salladı.

      “Hiçbir Sezen Aksu tanımıyorum, hiç kimseyle de akrabalığım yok,” dedi, “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor,” diye söylenerek evine girdi.

      Genç gazeteciler, Yusuf Aksu’dan bundan fazlasını koparamayacaklarını anlayınca, yaşadığı ortamdan bir şeyler çıkarabilmek umuduyla, kendilerine evini gezdirmesini rica ettiler, o da isteklerini geri çevirmedi. Bu insanlar, fazlasıyla sıkıntılı bir akşamüstü, loş bir sahanlıkta, kapalı bir kapı önünde uzun süre ayakta dikildikten sonra, kendilerini, birdenbire, batmaya yüz tutmuş bir kasım güneşinin karşısında buluverince, nerdeyse hep birlikte, derin bir oh çektiler, amaçları Yusuf Aksu’nun evini gezmekken, bu yoğun ışığın kaynağına ulaşmak istercesine, gene hep birlikte pencerelere doğru yürüdüler, gözlerinin önüne serilen görünümün enginliği, derinliği ve yakınlığı karşısında başları döndü, bedenleri de bakışları gibi, başdöndürücü bir hafiflikle, Dolmabahçe Camisi’nin ve Kızkulesi’nin üstünden aşıp Salacak’ın damlarında, Topkapı Sarayı’nın ağaçları üzerinde dolaşırcasına, yürekleri denizin yüzeyinde parçalanan ışıklar gibi kıpır kıpır ve bu ışıklarla özdeşleşmiş durumda, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey söylemeden, öylece dikilip kaldılar. Yusuf Aksu’nun oturup biraz dinlenmelerini önermesi üzerine, nesnelerin insanlardan daha önemli olduğunu vurgular gibi görünen bu evde, her birinde ikişer buçuk adamın rahatlıkla oturabileceği, aslan ayaklı koltuklara yerleşip kollarını kocaman dirsekliklere dayadıkları zaman, bu gizemli