hekimin yaşına başına bakmadan kendisini işletmeye kalktığını düşündü: olayı da, adamı da hiç mi hiç anımsamıyordu. O sırada emeklilik işlemleri konusunda müdürle bir ayrıntıyı konuşmaya gelmiş olan yaşlı bir spor yazarı “Böyle adlar unutulmaz: Yusuf Aksu!” dedi, gazeteye birkaç hafta önce girmiş olan ünlü köşe yazarı Firuz Polat da “Evet, şimdi anımsadım: Yusuf Aksu,” diye onayladı ya o gene hiçbir şey anımsamadı. “Siz beni işletiyorsunuz: böyle bir adam yok, böyle bir olay da olmadı,” diye çıkışarak herkesi şaşırttı: en karmaşık saymanlık işlemlerini bile bir kez açıklandıktan sonra tıkır tıkır yürütürken, en sıradan yaşam sorunları karşısında eli ayağı birbirine dolaşan, dünyanın en uzak köşesinde geçen olayları ayrıntılarıyla bilirken, çalıştığı gazetede gözleri önünde olup bitenleri anlamakta güçlük çeken, yayayken büyükçe bir caddede karşıdan karşıya geçmesi başlı başına bir sorun olurken, dostlarının Kızıl Tosbağa diye adlandırdıkları ünlü Volkswagen 303’üyle en dar ve en kalabalık yollarda suda balık gibi dolaşan bu hem palaçor, hem özenli, hem becerikli, hem bön arkadaşlarını biraz da bu tutarsızlıkları için severlerdi. Gene de tepkileri karşısında sık sık şaşkınlığa kapılır, gün görmüş saymanlık müdürünün onun gazetede işe başlamasından bilemedin üç ay sonra dile getirdiği gözlemi bir kez daha anımsarlardı: “Bu çocuğun beyninin bir yarısı çalışırken, öbür yarısı güzellik uykusundadır.”
Gözlemin geçerliliği benimsenirse, Bayram Beyaz’ın müdürü bir kez daha haklı çıkardığı söylenebilirdi: hindi gibi kızardı, insanları uzlaştırmadaki başarısı yanında, ülkenin yakın tarihi konusundaki geniş bilgisi ve kendine özgü yorumlarıyla da herkesin saygısını kazanmış olan, ayrıca müdürü olarak geleceğini elinde tutan Şemsi Çamlı’ya da, son yıllarda gerek hekimliği, gerek arada sırada yayımladığı düşünce yazıları ve arada sırada yaptığı televizyon konuşmalarıyla yetkesini herkese benimsetmiş olan Prof.Dr. Osman Nuri Balcı’ya da sert çıktı, şakanın da bir sınırı olduğunu söyledi. Şemsi Çamlı bu tepki karşısında bilgece gülümsedi, hayranlık verici bir dinginlik içinde, Yusuf Aksu’ya ilişkin en kapsamlı yazılardan birini yazmış olan deneyimli gazeteci Hakkı Köse’yle Uluslararası Dilbilim Günleri’ni baştan sona izlemiş olan fotoğrafçı İbrahim Küpeli’yi çağırttı. Bayram Beyaz onlara da pek inanmadı. O zaman, Hakkı Köse “Buyur öyleyse!” diyerek kolundan tuttuğu gibi gazetenin belgeliğine götürdü onu.
Bayram Beyaz burada uzatılan tahta iskemleye bir oturdu, bir daha da uzun süre kalkmadı: işlerini yüzüstü bırakmak pahasına, tam iki gün süresince, sabah dokuzdan akşam dokuza, üç yıl öncesinin gazetelerinde Yusuf Aksu’nun ilginç serüvenini izledi. Kimi zaman yumruğunu masaya vurarak “Olamaz!” diye homurdanıyor, kimi zaman “Böyle bir şeyi düşümde görsem, inanmazdım!” diye söylenerek dalıp gidiyordu. Yusuf Aksu olayını gözden kaçırmış olduğunu anlaması için, iki gün boyunca belgelikte gazete karıştırmasına gerek yoktu kuşkusuz: ne denirdi, insanlar her baktıklarını görmüyorlardı; ama, olayın ayrıntılarına daldıkça, tuhaf bir şeyler oluyordu Bayram Beyaz’ın beyninde: bilinmez bir gücün kendisini bu adama doğru çektiğini duyuyor, adını daha yeni işittiği bu olağanüstü bilim adamının nereye varmak istediğini pek kavrayamamakla birlikte, “Sanırım, aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu.
Bayram Beyaz’ın aradığı bir adam yoktu, ama, en az iki yıldır, havasız ve ışıksız bir hücrede dört döner gibi, bir boşluk ve aldatılmışlık duygusu içinde gidip geliyor, herhangi bir çıkış yolu da göremiyordu. Dostlarının anlattığına göre, yaklaşık beş yıl önce, hem çok çalışkan bir öğrenci, hem tek namazını aksatmamış, orucunu yolculukta ve hastalıkta bile bozmamış, ödünsüz bir müslüman olarak, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdiği zaman, böyle bir sorunu yoktu. Bugün olduğu gibi o zaman da dünyaya ve ülkeye ilişkin her şeyi bilmeye, her şeyi birbirine bağlamaya büyük önem veriyordu; genellikle bunu başaramamakla birlikte, ta Tokat Lisesi’nde okuduğu günlerden beri, Tanrı aşkını dünyaya egemen kılmanın her aksaklığı düzelteceğine inanmaktaydı, bu nedenle de içi rahattı: en azından çözümü biliyordu. Böylece, bu ülkede inanmış kişilerin haklarını savunmak üzere politikaya atıldığını söyleyen güçlü bir işadamının yanında oldukça dolgun bir aylıkla iş bulup da her konuda ona yardımcı olmaya başlayınca, daha bir rahatlamıştı: hem iyi para kazanarak gönlünce yiyip içiyor, hem de kutsal bir amaç için çalışmanın mutluluğunu duyuyordu; patron da yanında çalışanların her sorununu düşünen, yücegönüllü bir insana benziyordu doğrusu; örneğin, o günlerde pek az insan böyle bir gereksinim duyarken, “Parasını aylığından keseceğim,” diyerek avcuna az kullanılmış bir kırmızı Volkswagen 303’ün anahtarını sıkıştırmış, bir an önce sürücülüğü öğrenip ayaklarının yerden kesilmesi için de şoförünü tam iki ay onun buyruğuna vermişti.
Ne var ki Bayram Beyaz’ın Volkswagen 303’ün direksiyonuna geçmesiyle patronun özel yaşamını tanımaya başlaması aynı zamana rastlamıştı: dindar adam tecimini yüzde doksan “gayrimüslimlerle” yürütüyor, haftada en az iki gecesini küçük kızı yaşındaki metresinin yatağında geçiriyor, kızlarının baş bağır açık gezmelerine hiç sesini çıkarmıyor, yandaşlarına yalan üstüne yalan söylemekte hiçbir sakınca görmüyordu. Bayram Beyaz böyle bir dinsiz için çalışmayı sürdürmenin Tanrı’ya da, Peygamber’e de saygısızlık olduğunu düşündü: borcunun bitmesini bile beklemeden adamla ilişkisini kesti, birkaç işe daha girip her birinde bir başka ikiyüzlülük ya da dolandırıcılık türüne tanık olduktan sonra, namazı ve orucu da, din yolunda savaşmayı da işin uzmanlarına bıraktı: her şeyi bilen ve gören yüce Tanrı, geçici bir biçimde bile olsa, yolundan gittiklerini söyleyen madrabazların insanları böyle utanmazca aldatmasına izin veriyorsa, sorunlarını kendisi çözsündü, Bayram Beyaz bu işte yoktu. Sonunda, tüm geçmişine meydan okurcasına, yansızlığıyla ün yapmış olan bu gazeteye girdi. Burada, patron değilse de çalışanlar ille de söylediklerinin tersini yapmak ya da yaptıklarının tersini söylemek zorunluluğunu duymuyorlardı; öte yandan, görevi gazetenin hesap işlerine bakmakla sınırlı da olsa, politikaya ve felsefeye meraklı bir insan olduğundan, düşünce ürettiği varsayılan bir kuruma katkıda bulunmak hoşuna gidiyordu; müdürü de hoş bir adamdı doğrusu, her konuda bir görüşü, her çevreden dostları vardı; ayrıca, aralarındaki büyük yaş farkına karşın, kendisine arkadaş gibi davranıyor, dost söyleşilerine onu da katmakta bir sakınca görmüyordu. Böylece, ilk seçtiğine yüzde yüz karşıt bir yolda da olsa, bayağı ilerlediğini, düşünsel çevreninin gittikçe genişlediğini sezinlemekteydi.
Bununla birlikte, ilk işinden ayrılmaya karar verdiği günlerden beri içinde çırpınmaya başladığı boşluk duygusu hep sürmekteydi. Bu duyguyu yenebilmek için, Şemsi Çamlı’nın salık verdiği, kimilerini de kendi evinden getirdiği felsefe kitaplarını okumaya girişti. Platon’ dan Aristoteles’e, Schopenhauer’den Nietzsche’ye, birçok filozofu elden geçirdi. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, hiç girişmemiş olmayı yeğ tutardı: başlangıçta her şey çok iyi gidiyor, hangi felsefeciyi okursa okusun, hem yüzde yüz anlıyormuş gibi bir izlenime varıyor, hem de söyleneni tümüyle benimsiyordu: “İşte aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu her seferinde. Ne var ki, ilk sayfaları aşıp da ayrıntılara gelince, gerçek yaşamın açıklarına düşmüş gibi bir duyguya kapılıyor, her şeyi karıştırmaya başlayarak yeniden başa dönüyor, ancak daha iyi anlayayım diye geri döndüğü sayfa, bu kez sorgulayarak okuduğundan, çok daha karmaşık geliyor, yazarının haklı mı, haksız mı olduğunda bir karara varmak şöyle dursun, tam olarak ne dediğini anlamakta bile zorlanıyordu. Her şeye karşın, bir meydan okuma duygusuyla, dişini sıkıp kitabın sonuna dek