gibi bir lavabonun iki yanında, üstünde kırmızı bir plastik leğen, içinde tabak ve bardaklar görünen bir küçük tahta dolapla aynı boyda bir başka dolabın üstünde üçlü bir havagazı ocağı gördü. Ocağın üstünde mavi çinkodan, şişkin göbekli bir çaydanlık tıkırdıyordu. Tokatlı Müslüm üç tahta iskemleden birini geriye çekti, konuğuna oturmasını söyledi, cebinden Parliament paketini ve çakmağını çıkarıp bir sigara yaktı, sonra paketi ve çakmağı hemşerisinin önüne koydu.
“Buyur, yak bir tane,” dedi.
“Sağ ol, Müslüm abi, ben sigara kullanmam,” dedi Bayram Beyaz.
Tokatlı Müslüm hiç sesini çıkarmadı, paketi ve çakmağı alıp cebine koydu, sonra, kırmızı çizgili bir bardağı sırf demle doldurdu, üstüne küçük bir plastik kaptan dört kaşık şeker attı, getirip önüne bıraktı.
“Sen çayını içerken, ben şunları yerine vereyim,” dedi, üç ekmekten ikisiyle gazeteyi bıraktığı yerden aldı. “Hemen dönerim, pek bir kiracı yok apartmanda, çünkü patron çıkanların yerine yenisini almıyor.”
“Neden?”
“Çocuklu mocuklu istemiyor, köylü möylü de, tüccar müccar da istemiyor; kısacası, adam istemiyor.”
“Neden?”
“Gürültü mürültü istemem diyor. Uğraşamam diyor. Ben şunları yerine vereyim.”
Bayram Beyaz iriyarı kapıcının arkasından bakakaldı: kendisine yaşam boyu unutamayacağı bir oyun hazırlamıyorsa, kesinleştirilmemiş bir hemşerilik uğruna bunca yakınlık ve güven göstermesine şaşmamak elde değildi. Ama döndükten sonra da açık bir biçimde belli etti yakınlığını: hemşerisinin terlemiş, pembe yüzünün daha da pembeleşmiş olduğunu görünce, odanın kapısının tam karşısına düşen başka bir kapıyı açtı, “Bir çay da bahçede içelim,” dedi. Kocaman ağaçlarla dolu, geniş bir bahçeye çıktılar. Bayram Beyaz Maçka gibi bir yerde böyle kocaman bir bahçede bulunmanın şaşkınlığı içinde bocalarken, hemşerisi “Şuraya bak: on apartman dikilebilir içine,” diye söylendi. “Biz de bir köşesine sebze mebze ekiyoruz, yani ben komşu kapıcının karısı Cemile’ye ektiriyorum: salatalık, domates, biber, patlıcan, yaz kış maydanoz. Cemile patrona da salatalık, domates götürüyor. Yusuf bey Cemile’nin salatalıklarını çok sever.”
Bayram Beyaz birden irkiliverdi, hemşerisine şaşkınlıkla baktı.
“Sahi mi, Müslüm abi?” diye sordu, bir bilim adamının salatalık sevmesini usuna sığdıramamışa benziyordu.
“Elbette sahi, hemşerim. Niye sevmesin ki? Ayrıca bizim Sivaslı ne yaparsa güzel yapar. Öbür uçta da koca bir kümesimiz var,” dedi Tokatlı Müslüm. Kapıcı odasına gidip iki iskemle getirdi, sonra, ikinci çaylar içilirken, yani daha şöyle bir oturup havaya girmeyi bile beklemeden, nerdeyse ta başından başlayarak yaşamını anlatmaya girişti, kimi zaman hızlı, kimi zaman ağır bir uyumla, şöyle böyle on yıl önce, bahçeyi ve tarlaları karısıyla kaynına bırakarak İstanbul’a gelip yapı işçiliği, arkasından buralarda bir yerlerde kapıcılık yaparken, kaç kez her şeyi bırakıp köye dönmesine ramak kaldığını, ancak, bir kez alıştıktan sonra, bu kenti memleketten daha çok sevmeye başladığını, böylesine büyük bir apartmanın kapıcılığıyla bile yetinmeyip türlü işlere el atarak durumunu iyiden iyiye düzelttiğini, böylece, şimdi, bu apartmanın kapıcısı olarak görünmekle birlikte, işçiden çok işveren konumunda bulunduğunu, örneğin bu yapının temizlik işlerini ücret karşılığında arka sokaktaki küçük apartmanın kapıcısıyla karısına yaptırttığını, biraz ileride bulunan büyük apartmanın yaşlı kapıcısının genç karısının, yani az önce sözünü ettiği Cemile’nin de hem kendisinin, hem patronun yemeğini yaptığını, yaşlı kocası gibi onun da Sivaslı olduğunu anlattı, “Sivaslı’dır, ama yaman kadındır, her iş gelir elinden,” diye ekledi.
Üçüncü çaylar içilirken, daha önemli iş etkinliklerine geçti, İstanbul’un değişik semtlerinde “diktiği” gecekonduları saydı, yüzölçümlerini, oda sayılarını sıraladı, kaçının tek, kaçının iki, kaçının üç, kaçının dört katlı olduğunu söyledi: hepsi birkaç bin metre kare tutuyordu.
Bayram Beyaz hem şaşırdı, hem de elinde olmadan ürperdi.
“Hepsi gecekondu mu, tapusuz mu yani?” diye sordu.
“Hepsi değil. Ama çoğuna tapu alamadık daha.”
“Tapusuz topraklara bunca ev dikmekten korkmadın mı?”
Tokatlı Müslüm şaşırdı.
“Niye korkayım ki? Bu memleket bizim,” dedi, gözlerini gözlerine dikti, “Ayrıca, biz Tokatlılar her şeye bir çare buluruz,” diye ekledi.
Bayram Beyaz başını önüne eğerek sustu bir süre, sonra birden gözlerini hemşerisinin gözlerine dikti.
“Peki, Müslüm abi, bunca taşınmazın varken, neden böyle kapıcılık yapıyorsun ki?” diye sordu.
Tokatlı Müslüm gülümsedi.
“Bu apartmanı seviyorum, tam benim kuşlara göre, hem de Maçka her yere yakın,” dedi, sonra başka konuya geçti.
“Kuşlar mı? Ne kuşları?” diye sordu Bayram Beyaz, ama Tokatlı Müslüm hiç oralı olmadan sürdürdü konuşmasını.
Bayram Beyaz’ın iyice kafası karıştı: anlatılan olayların kendisinden çok, arkalarında gizlenen anlamı kavramaya çalıştı. Ancak, bütün çıkardığı, patronunun vebbigoç gibi zengin ve tıpkı vebbigoç gibi eli sıkı bir adam olmasının aynı zamanda bir tür çocuk, bu yaşında sürekli eve kapanarak çocuklar gibi kitap karıştırmakla oyalanan, televizyon dururken, radyoda nerede cızırtılı bir gâvur istasyonu varsa, onu bulup çıkaran bir yarı deli olmasını önlemediği, bir de kendisinin ve patronun yemeklerini yaptığını ve bedeni gibi elinin de çok lezzetli olduğunu söylediği Sivaslı Cemile’nin yaşamında büyük bir yer tuttuğu, Maçka’yı çok sevmesinin bir nedeninin de bu olduğuydu. Öyle anlaşılıyordu ki “hamur gibi” sözcükleriyle tanımladığı bu kadınla ilişkisini Tokatlılar’ın Sivaslılar’a karşı bir yengisi olarak değerlendiriyor ve kendini tüm Sivaslılar’ın eniştesi olarak görüyordu. Bayram Beyaz ülkenin en büyük bilim adamını çocuk olarak niteleyen bu kocaman adamın çocuksu tutumu karşısında gülümsedi. Sonra yavaş yavaş bir memleket özlemidir büyüdü içinde, Müslüm abinin konuşmasının akıcılığını, sözcüklerinin uyumunu bir tür ezgi gibi algılamaya başladı. Sonra, çelişkin bir biçimde, gene bu ezginin etkisiyle, burada, elinden gelse tüm ülkeyi kendi iyeliğine bağlayacak olan bu adamın yanında ne aradığını sordu kendi kendine, yaşamda ulaştığı konumun bu ezgiyi, doğduğu yerin bu benzersiz dilini bırakmaya değip değmediğini düşündü, içini çekti.
Tokatlı Müslüm’se, hep anlatıyordu. Ancak, öyküsünü bitirdikten sonra, karşılığı önceden ödenmiş bir malı ister gibi, “Peki, sen ne zaman düştün buralara? Sen neler yaparsın, hemşerim?” dedi. Bayram Beyaz gazetede çalıştığını, uğraşının hesap uzmanlığı olduğunu söyleyince de “Yani okumuş adamsın, senet sepet, çek mek, tapu mapu, hepsinden anlarsın, değil mi?” diye sordu.
Bayram Beyaz yüzünün kızardığını duydu.
“Öyle sayılır,” dedi.
“Nerede okudun?”
“İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim.”
“Üniversiteyi mi yani?”
“Öyle sayılır.”
“Beyazıt’takini