babasının zamanından kalmış gibi geldi ona. Acımayla karışık bir sevgiyle, “İşsiz misiniz?” diye sordu.
Bayram Beyaz “ilk babam” sözünün tuhaflığının ayrımına bile varmamıştı, ama soruyu anladı.
“Hayır, işsiz değilim, hocam; söylediğim gibi, bir gazetede saymanım,” dedi. “Ama insanlar kafamı çok karıştırdı: yeryüzünde işim ne, bilemiyorum, şu yaşadığımız yaşama bir anlam veremiyorum, insanların çoğu davranışlarına akıl erdirmekte güçlük çekiyorum.”
Yusuf Aksu hangi ansiklopedide okuduğunu bilemediği üç temel soruyu anımsadı, dostça gülümsedi.
“Kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz?” dedi.
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı.
“Evet, hocam, çok güzel söylediniz, tam buyurduğunuz gibi,” dedi. “Sorularıma yanıt bulamıyorum bir türlü. Bu durumdan beni ancak siz kurtarabilirsiniz.”
“Ben mi? Bunu da nerden çıkardınız?”
“Siz büyük bir dilcisiniz, hocam; üstelik, anladığım kadarıyla, her şeyi başından alıyorsunuz, yani her şeye kökeninden giriyorsunuz,” dedi Bayram Beyaz. “Başkaları, hele felsefeciler, sizin gibi yapmıyorlar, insanın kafasını karıştırmak için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Ben çok kitap okudum. Filozoflar insanın kafasını allak bullak ediyor.”
Yusuf Aksu konuğunun kendisine ilişkin sözlerine pek bir anlam veremedi, arkadaşına duyduğu büyük hayranlıktan olacak, hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görmezdi, ama, hem çetrefil kitaplara duyduğu tiksintinin, hem de son yıllarda ağırlığını gittikçe daha çok duyuran yalnızlığının etkisiyle, Bayram Beyaz’ın son sözlerini başıyla onayladı.
“Doğru, hep öyle yaparlar,” dedi, sonra, alçakgönüllülükle, “ama ben ne dilciyim, ne felsefeci; işsiz güçsüz bir adamım, oturup kendi kendime okurum, hepsi bu.”
Bayram Beyaz birden yüreklendi.
“Hayır, hocam, ben her şeyi öğrendim: sizin bir dil kuramınız var; her kuram da bir dünya görüşü içerir; bunu üç yıl önce fazlasıyla kanıtladınız, hocam,” dedi.
“Bana neden hocam diyorsunuz ki?” diye sordu Yusuf Aksu, bir an gözlerinin önünden Yunus’un gülümseyen yüzü geçti, sanki yukarılarda bir yerlerden kendisini izleyerek dalga geçiyormuş gibi bir duyguya kapıldı, içtenlikle gülümsedi. “Yok, öyle bir şey yok,” diye kekeledi. “Bir ara, öğrencilikte, biz de biraz kuram muram sözü ettik ya hepsi geçmişte kaldı.”
“Hocam, daha ne olsun?” diye atıldı Bayram Beyaz.
Yusuf Aksu sıkıntıyla içini çekti.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı, konuğunun yuvarlak yüzüne gene acımayla karışık bir sevgiyle baktı, belki de bugün bu beklenmedik sevgi yüzünden böyle hiç konuşmadığı ölçüde uzun konuştuğunu düşündü, gene Yunus’un güleç yüzü geldi gözlerinin önüne. “Bilmiyorum, ama sizin aradığınız adam olmadığım kesin,” dedi, babasının yaptığı işi yapmakta olan bu iyi niyetli adamı iyice inandırmak amacıyla, “Tüm içtenliğimle söylüyorum,” diye ekledi.
Ama Bayram Beyaz bu sözleri büyük adamlara özgü bir alçakgönüllülüğün göstergesi olarak algıladı, sanki Uluslararası Dilbilim Günleri’ni yakından izlemiş ya da büyük bir tarihsel bir olay olarak görüyormuş gibi, “Hocam, sizin özgün bir dil kuramınız bulunduğunu Uluslararası Dilbilim Günleri’nde herkes gördü,” diye üsteledi.
“Hayır, hiç kimse hiçbir şey görmedi, çünkü hiç konuşturmadılar. Oraya hiç gitmemeliydim, ama oldu bir kez,” dedi Yusuf Aksu, içini çekti. “Siz gitmiş miydiniz?”
“Hayır, bana kısmet olmadı, hocam,” diye yanıtladı Bayram Beyaz; “ama o olayda nerdeyse tüm gazetelerin sizi tuttuğunu biliyorum.”
Yusuf Aksu üç yıl önceki gazeteleri yeniden görüyormuş gibi yüzünü buruşturdu:
“Hiç adımı anmasalar daha iyi olurdu,” diye söylendi.
Bayram Beyaz bunu da büyük adamlara özgü bir ünden kaçma içgüdüsü olarak değerlendirdi, onun ünden kaçmasını anladığını, ama geliştirdiği kuramı insanlardan saklamasına bir anlam veremediğini, kuramını dile dökecek kusursuz başyapıtı yazmak zorunda bulunduğunu söyledi. Yusuf Aksu gene acıyarak baktı ona, “Bu adamın kafası pek çalışmıyor: ne de olsa Müslüm efendinin arkadaşı,” diye düşündü.
“Bana kalırsa, böyle bir yapıt oluşturmak olanaksız, olanaksız olmasa da çok zor, çünkü bir konuyu dile dökmek onu bozmaktır, dil her şeyi çorbaya çevirir,” dedi; birden susuverdi, gözlerini tavanda bir noktaya dikti, dalıp gitti, en azından beş dakika süresince, kımıldamadan, hiçbir şey söylemeden oturdu böyle; sonra, kesik kesik, nerdeyse kekeler gibi, kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını: “Hiçbir zaman kusursuz bir başyapıt yazılmamıştır. ‘Hayır, yazılmıştır’, diyenler olursa, inanmayın. ”
“Neden, hocam?”
“Söyledim ya, işin içine dil karışır da ondan. Bir yerine beş ayrı İncil yazılmış olması da bunu gösterir, kusursuz yapıt yazılamayacağını yani.”
Bayram Beyaz’ın gözleri hayranlıkla açıldı.
“Peki, ötekiler?” diye sordu.
“Ötekiler de öyle.”
“Hocam, ötekiler de öyleyse, kusursuz yapıtı yazmaya çalışmak gerekmez mi?”
Yusuf Aksu’nun gözleri daldı, bir kez daha Yunus’un güleç yüzü belirdi gözlerinin önünde, yutkundu, bir süre hiç konuşmadı, sonra, belki de yaşamında ilk kez bir insanın ilgisini çekme isteğiyle, gerçeği saptırıyormuş gibi bir duyguya da kapılmadan, ağır ağır, fısıldar gibi, bir zamanlar, lisede, hatta liseye başlamasından da önce, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, geçmişte, bugünde, hatta gelecekte insanlarla dillerin ilişkisini ayrıntılarıyla gözler önüne serecek bir kitap, bir Evrensel dilbilim yazmayı düşlediklerini, ama o günlerin çok gerilerde kaldığını söyledi.
“Evrensel dilbilim! Çok güzel! Ne zaman yazacaksınız peki?”
Yusuf Aksu gene içini çekti.
“Hiçbir zaman,” dedi, “hiçbir zaman, hiçbir zaman!”
Gene sustu, gene Yunus’un anısına daldı. Art arda gelen soruları hiç duymamış gibi, öylece, olduğu yerde, kımıldamadan oturdu.
O zaman, söyleşiye başlamalarından beri iki adamı tek sözcüklerini, tek bakışlarını kaçırmamaya çalışarak, ama nerdeyse hiçbir şey anlamadan izlemiş olan Tokatlı Müslüm, hem yeniden başlamaları durumunda uyumaktan, hem de konuşmanın kendi yokluğu sırasında başka bir alana kaymasından korktuğu için, usulca Bayram Beyaz’ın dizine vurdu, “Biz artık gidelim, hemşerim: patronu çok yorduk,” dedi. Bayram Beyaz oldubittiyi duymazlıktan gelmek istedi, ama, aynı anda, Yusuf Aksu’nun “Ya öyle mi? Kalkıyor musunuz?” diyerek doğrulduğunu görünce, direnmenin boşuna olduğunu anladı. Bununla birlikte, belki de önceden alınmış bir karar gereği, bir an önce gitmek istemesine karşın, hocanın elini sıkı sıkı tutarak kendisini gene görebilmek için izin istedi. O da, işin sakıncalarını tartarcasına, bir süre düşündü, özellikle şu son aylarda, yalnızlık kurşun gibi çökünce, kendi kendine konuşmaya başladığı akşam saatlerini ve bu saatlerde beklediği bilinmedik kişiyi anımsadı, sonra, söylediğine kendi de inanmıyormuş gibi bir havayla, “Olur, neden olmasın?” dedi. “Gelmek istediğiniz zaman Müslüm efendiye söyleyin. O ayarlar. Duydun mu,