uçsuz bucaksız bilgi, bu kıvrak düşünce! Olur şey değil!” diye geçirdi içinden. Bir kez daha, mantığını pek kavrayamamış olmakla birlikte, en sonunda gerçek ustasını bulduğundan, usta bunca zamandır kendisiyle nerdeyse eşit eşite, sıkılmadan, dudak bükmeden konuştuğuna göre de onu yitirmeyeceğinden kuşkusu kalmamıştı. “Evet, hocam, kesinlikle,” diye yineledi, gözlerini Yusuf Aksu’nun gözlerine dikip öylece kaldı.
“Bu da bizim düşüncemizi doğruluyor,” diye ekledi Yusuf Aksu. “Karşı karşıya oturan iki köylünün dile gereksinimi yoktur, ama ayrı köylerde oturan iki köylünün yazıya gereksinimi vardır.”
Bayram Beyaz, bir tansığın gerçekleşmesini izler gibi, Yusuf Aksu’nun dudaklarına bakıyor, ama, belki de bu tansık izlenimi yüzünden, onun eskil Yunan filozofları konusunda söyledikleriyle köylülerin dile ve yazıya duydukları gereksinim konusunda söyledikleri arasında bir bağıntı kuramıyor, her şey gittikçe daha karmaşık, daha içinden çıkılmaz görünmeye başlıyordu.
“Bu neyi değiştirir, hocam?” diye sordu.
“Her şeyi.”
Bayram Beyaz kapsamlı bir açıklama bekledi, ama Yusuf Aksu uzun konuşmayı sevmezdi, uzun yalnızlık yaşamı da gençliğindeki akıcı konuşma alışkanlığını bir ölçüde yitirmesine yol açmıştı, üstelik ağzı kurumuştu.
“Benim ağzım kurudu,” dedi. “Müslüm efendi burada olsaydı, birer orta yapardı şimdi bize.”
Bayram Beyaz hemen yerinden fırladı.
“Ben yapayım, hocam,” dedi.
“Öyle mi, yapabilir misiniz?” diye sordu Yusuf Aksu. “Orta şekerli mi?”
“Orta şekerli derseniz, orta şekerli, az şekerli derseniz az şekerli, hocam,” diye yanıtladı Bayram Beyaz, şimdi, bildik bir alana dönülünce, yüreği eski uyumuna kavuşmuştu, büyük dilcinin bazı bazı gerçekten çocukları andırdığını düşündü.
Yusuf Aksu usundan geçeni anlamış gibi gülümsedi.
“Yani siz de orta mı içersiniz demek istedim,” diye açıkladı. Kalktı, nerdeyse bir salon kadar geniş mutfağa götürdü onu, kahvenin, şekerin, cezvenin yerini gösterdi. “Ben beceriksiz bir adamım, hele mutfak işlerinden hiç anlamam,” dedi. “Bereket, Müslüm efendi var, her şeye yetişir, çok iyi bir adam. Cemile hanımı da o buldu.”
“Müslüm efendi güvercinlerden de iyi anlıyor, efendim.”
“Evet, kuşları sevmesi bile iyi adam olduğunu gösterir. Kuş sevenden kötülük gelmez. Kuşların dilinden anlamak insanların dilinden anlamaktan daha önemli.”
“Kuşlarını gördünüz mü, hocam?”
“Hayır, görmedim.”
Bayram Beyaz bir yerlerde büyük adamların genellikle biraz çocuksu olduklarını okumuştu, gene de Türkiye’nin en büyük dilcisinin bir kahve bile pişirememesini, kuşlara bu kadar önem verip de Müslüm efendinin güzel güvercinlerini görmemiş olmasını tuhaf buldu; başını çevirince, Yusuf Aksu’nun, düşüncesini anlamış gibi, sessiz sessiz kendisine bakarak gülümsediğini gördü, bir onay beklediğini sezinledi.
“Evet, hocam, çok iyi bir insan,” dedi, cezveyi ocağa koydu.
“Gerçekten öyle,” diye sürdürdü Yusuf Aksu. “Cemile hanım da çok iyidir. Çok da beceriklidir. Önceki kadın da iyiydi. Ama Müslüm efendi küçük hırsızlıklarını yakaladı, hem de bir kişinin yemeği için evde her gün aşçı bulundurmanın savurganlık olduğunu söyledi. Doğru. Cemile hanım haftada üç dört gün gelir, yemekleri yapıp gider, eline çabuktur, güvercin gibi de konuşur; yemekleri köy yemeğidir, ama lezzetlidir; yalnız, nasıl söylemeli, çok iri bir kadın bu Cemile hanım, sanki insanın başının üstünde tepinir.”
Bayram Beyaz ne eski kadını tanıyordu, ne Cemile hanımı, yanıt vermedi, kahveyi fincanlara boşaltıp pırıl pırıl gümüş tepsinin üstünde salona götürdü. Salonda, Yusuf Aksu kahvesini höpürdete höpürdete, büyük bir hazla içti, “Elinize sağlık, çok güzel olmuş! Cemile hanımınkilerden daha güzel. Müslüm efendininkilerden bile güzel!” dedi, sonra aradaki farkı Cemile hanımla Tokatlı Müslüm’ün kahve konusunda cimri davranmalarıyla açıkladı. “İkisi de abartır, çok abartır!” diye söylendi.
Bir sessizlik çöktü üzerlerine, tek sözcük konuşmadan, ağır ağır içtiler kahvelerini. Bayram Beyaz boş fincanı usulca sehpanın üstüne bıraktı, ikinci salonun raflarındaki sıra sıra ansiklopedilere ve sözlüklere baktı bir süre.
“Hocam, sözlük ve ansiklopedileri çok sevdiğiniz anlaşılıyor,” dedi.
“Doğru, çok severim,” dedi Yusuf Aksu. “Sözlükler ve ansiklopediler az ve öz yazan kitaplardır, hemen öze inmek isterler.”
Bayram Beyaz biraz şaşırdı.
“Sizce öteki kitaplar hiç öze inmez mi, hocam?” diye sordu.
“Belki inenleri olmuştur, ama ben ansiklopedileri yeğ tutarım,” dedi Yusuf Aksu.
Söz, ağır ağır, kitap ve ansiklopedi karşılaştırmasından tarihe, dilbilime, oradan da o günlerde adı oldukça sık geçen Saussure’e geldi. Yusuf Aksu, kitap dolaplarından birine doğru yürüdü, meşin ciltli bir kitap çekti, çekmecesinden bir zarf alıp içine koydu, getirip sehpanın üzerine bıraktı.
“Buyurun, kitabı burada, evde okur, sonra bana görüşlerinizi anlatırsınız,” dedi, gözlerini yukarılarda bir noktaya dikti, arkasından, deneyimli bir ansiklopedi okuru olarak, “Ferdinand de Saussure, İsviçreli dilbilimci, doğumu Cenevre, 1857, ölümü Vaud kantonu, 22 Şubat 1913,” diye ekledi. Varlığından güç almak istercesine, elini kitabın üstüne bastırdı. “Büyük bir dilbilimci olduğunu söylerler; ama, çok eskiden, bir arkadaşımdan duyduğuma göre, sarhoşun biriymiş; bu yüzden olacak, doğruyla yanlışı birbirine karıştırıp durmuş.” Eli hep kitabın üstünde, bir şeyleri anımsamaya çalışır gibi, gözleri yukarıda, “Sese gösteren adını verir, sonra tutar, nesneyle ses arasına bir de kavram sokuşturur; nesneyle sesin arasında nesnenin kavramı ne oluyor ki?” diye söylendi, sonra, bir şeylerden ürkmüş gibi, gözlerini Bayram Beyaz’ın gözlerine dikti, “Anladınız, değil mi?” diye sordu.
Bayram Beyaz kızardı.
“Tam olarak anlayamadım, hocam,” dedi çekine çekine.
Ama Yusuf Aksu yanıtını doğal buldu.
“Anlamasanız da olur,” diye yanıtladı. “Kafası karışık bir adamdır, nesne ortada dururken neden araya bir de kavram sokarak işleri büsbütün karıştırmalı ki?”
“Evet, hocam, çok haklısınız,” dedi Bayram Beyaz. “Öyle ya, neden karıştırmalı?”
Yusuf Aksu içini çekti.
“Dilciler böyledir, her şeyi birbirine karıştırırlar,” dedi. “Yalnız onlar mı? Dilcisi de, felsefecisi de, politikacısı da, hukukçusu da, matematikçisi de, hepsi, hepsi karıştırıyor, çünkü hepsi de dile belbağlamış, dili gerçek bir iletişim aracı sanıyorlar.”
Bayram Beyaz, bilgisizliğini ortaya koymak pahasına, “Neden, hocam?” diye sordu.
“İnsan dilinin temel özelliği böyle, yani onların düşündüklerinin tam tersi; Babil söylenini uyduranlar boşuna uydurmamışlar,” dedi Yusuf Aksu, “her şeyi birbirine karıştırmamıza dil neden oluyor.”
“Çok doğru, hocam,” diye onayladı Bayram Beyaz, ancak içi pek de rahat değildi: böyle olunca, günahı insanların defterine değil, dilin defterine yazmak,