hemen solunda duran kırmızı koltuğa bıraktı, terliklerini karşı duvara doğru fırlattı, bacaklarını ayırıp ensesini koltuğun arkalığında avuçlarına aldı, “Soy beni!” dedi. Bayram Beyaz çocukluğunda yasadışı ilişkilerin günahı konusunda dinlediklerini anımsayarak irkildi, ama, buyruk bir kez daha yinelenince, bir uyurgezer gibi, ağır ağır, kırmızı koltuğa doğru ilerledi; buyruğu yerine getirmeye girişti, Sivaslı Cemile’nin göğsündeki üç sedef düğmeyi çözerken, çocukluk günlerinde belki yüz kez işittiği “Ateş, Kerem, tutuş, Kerem, yan, Kerem!” dizesini anımsadı, bir kez daha irkildi, gene de, Sivaslı Cemile’nin gönüllü katılımıyla, oldukça başarılı bir biçimde sürdürdü işini, ama, nerdeyse gözlerini yumarak indirdiği çivit mavisi, uzun ve bol donunun ardından, iç gömleğini sıyırıp da Sivaslı Cemile’nin dev bedeni tümüyle ortaya çıkınca, iki kocaman bacağın arasına yığılıverdi.
Onu soymak da Erkek Cemile’ye düştü böylece: kolundan çekerek az önce kendi oturduğu koltuğa atıp ceketinden çorabına, anadan doğma soyduktan sonra, bir kez daha elinden tutarak göbeği havaya gelecek biçimde, boş bir çuval fırlatır gibi, dipte, masa, iskemle, somya, buzdolabı, çamaşır makinesi, radyo, dolap yığınının arasında sıkışmış, daracık yatağın üstüne attı, gelip üstüne yumuldu, kısa bir süre sonra da, nerdeyse yalnızca kendi çabasıyla, gittikçe hızlanıp sertleşen bir devinimi başlattı, devinimi hızlanıp sertleştikçe, birbirine yaslanıp sıkışmış dolaplar, masalar, somyalar, iskemleler, radyolar, televizyonlar, buzdolapları, merdaneli çamaşır makineleri, büyüklü küçüklü fırınlar ve bir Remington yazı makinesi, alt alta, üst üste, Sivaslı Cemile yalnızca Tokatlı Bayram’ın değil de Maçka’nın tüm erkeklerinin üstünde deviniyormuş gibi gıcırdadı. Bir ara, Sivaslı Cemile çok güzel bir yemek düşünmüş gibi dudaklarını şaklattı, Tokatlı Bayram’ın başını ensesinden tutup göğsüne doğru çekti, “Bu odanın gıcırtısına bayılırım,” diye fısıldadı. “Ama bu gece daha da başka, çünkü, iki gözüm içine aksın ki, sen avrat altına ilk bu akşam yatıyorsun.”
Yüzde yüz doğruydu gözlemi. Ne var ki, kendisi doğrulup kalktıktan sonra, kocaman göğüslerini hoplata hoplata dolaptan su içmeye giderken, birileri içeriye girse de Bayram Beyaz’ı öyle kıpkırmızı, öyle terden sırılsıklam, kolları yanında, bacaklarını karnına doğru çekmiş, sırtüstü yatar durumda görseydi, Sivaslı Cemile’nin altından değil de karnından çıktığını söylerdi. Tokatlı Müslüm de, kapıyı aralayıp şöyle bir baktıktan sonra, “O ne, kız, oğlan mı doğurdun?” demekten kendini alamadı.
II
Bayram Beyaz çok aşağılardan, nerdeyse toprağın derinliklerinden geliyormuş gibi bir izlenim uyandıran birtakım insan ve araba sesleriyle gözlerini açtı, ama açmasıyla kapaması bir oldu: tüm varlığının hoş bir hafiflik, sıcaklık ve esenlik içinde yüzdüğünü duyuyor, bu yepyeni duygunun uçup gitmemesi için, değil çevresine bakmak, soluk almaktan bile çekiniyordu. Kollarının arasında bir yastık, uzun süre, parmağını bile oynatmadan yattı öyle. Sonra, bilincinde düşünceye, hatta anıya benzer hiçbir şey belirmemekle birlikte, bu hafiflik, sıcaklık ve esenliği akça pakça bir kadının kocaman kollarının ve kocaman göğüslerinin tadı olarak algıladı; yastığı bıraktı, yatağın iki yanında, elleriyle bu kadını aradı, bulamadı; bedenini bu kadının bedeniyle değiştirmiş, böylece, yüzü, elleri, göğsü, göbeği, bacakları eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde daha sıcak ve daha yumuşak bir nitelik kazanmış gibi bir duyguya kapıldı. Hep bu tuhaf, ama çok hoş duygu içinde, ellerini bedeninde dolaştırdı bir süre; sonra, bu umulmadık duygunun nedenini anlamak istercesine, birden gözlerini açtı. Tepesinde çok yüksek ve çok geniş bir tavan ve çok büyük bir avize gördü. “Allah Allah! Allah Allah! Ben buraya ne zaman geldim ki?” diye söylendi. “Yoksa sarhoş muyum?” Doğrulup oturdu, gözlerini çevresinde dolaştırdı.
Önce karşısında kapalı bir kapı, sonra kapıdan ayaklarının dibine dek gelen bir kırmızı yolluk, sonra, sağ yanında, koyu kırmızı kadife perdeleri kapalı iki kocaman pencere, sonra, duvar diplerinde, odanın ortasında, boy boy, biçim biçim sehpaların çevresinde, yan yana, karşı karşıya, boy boy, biçim biçim, renk renk koltuklar, bir köşede, kocaman bir yuvarlak masa, çevresinde yüksek arkalıklı iskemleler, en dipte içi silme porselen tabakla dolu, çok eski bir camlı dolap gördü, sonra üstünde oturmakta olduğu geniş ve yüksek pirinç karyolaya dikti gözlerini, titremeye başladı, “Buraya nasıl geldim ki? Peki, burası neresi?” dedi kendi kendine, kalktı, bir koltuğun üstünde pantolonuyla ceketini, onların üstünde de Yusuf Aksu’dan aldığı kitabı gördü, kapıya gitti, dört ayrı odaya açılan kapıları araladı, odaları da birbiri ardından dolaştı, ilk ikisi boştu, öbür ikisinde, tıpkı Müslüm’ün evinde gördüğü gibi, karmaşık bir biçimde, üst üste, alt alta, dağ gibi bir iskemle, masa, sehpa, dolap, buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın yığını yükseliyordu. En üsttekiler nerdeyse tavana değecekti. Öyle durup baktı bir süre. “Bunca eşyayla ne yapılır ki?” dedi kendi kendine. Sanki uzun bir yolculuğa hazırlanıyorlardı, sanki hep yolculuktaydılar, sanki birileri tüm bu nesneleri ileride, en sonunda varacakları yerde, ikinci bir yaşamda kullanacaktı. Sonuncu odada, bir yarı karanlık içinde, birden başı döndü, olduğu yere yığılıp kaldı, sırtı duvarda, gözleri bir önceki odada gördüğüne çok benzeyen bir eşya yığınında, öylece durdu, sonra, birdenbire, kendisi de bu odanın bir parçasıymış ya da bu eşyalardan birine dönüşmek üzereymiş, en azından, bundan böyle hep bu eşyalar arasında kalacakmış gibi bir korku büyüdü içinde, titremeye başladı. Birkaç kez kalkmaya çalıştı, tam başardığı sırada, yeniden yığıldı olduğu yere, korkuyla gözlerini yumdu. En sonunda, büyük bir çabayla kalktı, duvarlara tutuna tutuna giriş kapısına doğru ilerledi, açmak istedi, kapının dışarıdan kilitli olduğunu anladı. Yatağın bulunduğu odaya döndü. En yakın pencerenin önüne geldi, perdesini çekti, içeriye yumuşak bir ışık doldu. Uzakta, ağaçların ve bir caminin ötesinde, deniz ışıl ışıldı. Pencereyi açmaya çalıştı, açamadı. Aşağıda, yoldan geçmekte olan arabaları gördü. Bir kez daha, buradan hiçbir zaman çıkamayacağını düşündü. Öylece, yalınayak, don gömlek, pencerenin dibine yığılıp kaldı.
Kapının anahtarla açılmakta olduğunu işittiğinde uyuyor muydu, yoksa hiçbir şey düşünmeden bekliyor muydu, ayrımına varamadı; ama, o anda, hemen kalkmak, eşya yığınları arasında bir yerlere saklanmak istediği kesindi. Erkek Cemile’nin, bir elinde bir kasetçalar, öbür elinde bir tepsi, içeriye girdiğini görünce, daha da güçlü bir biçimde duydu bu isteği. Kapının önünde, odayı bir süre gözden geçirdikten sonra, gülümseyerek kendisine doğru yöneldiği sırada da olduğu yerde büzülerek başını korkuyla önüne eğdi. Cemile hanım tepesine dikilerek ortalık koltuk doluyken neden böyle yerde oturduğunu sorunca da ürkek bir hayvan gibi yerinden fırlayıp yatağın yanında, bir iskemlenin üstünde duran giysilerine doğru atıldı, kaşla göz arasında giyiniverdi.
“Ne oluyor sana böyle, oğlum?” diye güldü Erkek Cemile. “Sanki hiç don gömlek görmedik mi seni?”
Bayram Beyaz yüreğinin gümbür gümbür vurduğunu duyuyordu, yanıt veremedi. Erkek Cemile gözleriyle masayı gösterdi ona. Sonra kendisi de masaya yaklaşıp tepsiyi ve kasetçaları üstüne koydu.
“Sen bu sabah bir tuhafsın! Otur şuraya da kahvaltını et,” dedi, kasetçalarının düğmesine bastı, yanık bir kadın sesi yükseldi.
Bayram Beyaz elini ekmeğe, peynire, bardağa uzatacak gücü bile bulamadı. Çayını da, peynirini, ekmeğini de Cemile hanım verdi ağzına. Birbiri ardından üç bardak çay içtikten sonra, yavaş yavaş, korkusu geçmeye başladı.