Yücel Tahsin

Yalan


Скачать книгу

ağır, anımsadıklarını Bayram Beyaz’a açıklamaya girişti: o, yani kendisi, hep gerçek bildirişimin, yani dil öncesinin bildirişiminin, daha insanların kekelediği dönemlerin bildirişiminin arkasından koşmuştu, yani onun aradığı bildirişim yalın bildirişimdi; oysa, hemen her toplumda, insanlar, bir yandan sözcük sayısını sürekli artırmaya çalışıyor, bir yandan da tek bir sözcüğe beş anlam birden yüklüyorlardı; böylece, sen “ekmek” ya da “toprak” dediğin zaman bile, karşındakiler bambaşka şeyler anlıyorlardı. Ama insan, doğası gereği, yaşadığına bakardı; açlık, susuzluk, gitme, gelme, isteme, geri çevirme, kızma, sevinme gibi duyum ve edimleri iletmek için hep somut göstergeler kullanırdı; bu duyum ve edimler dile hiç başvurulmadan da iletilebilirdi ya, dil binlerce yıldır süregelen bir toplumsal araç olduğundan, sözcüklere başvurmak daha kolay geliyor, bu da en açık şeylerin bile karıştırılmasına yol açıyordu. Ona göre, karmaşık söylemleri biraz olsun anlaşılır kılabilmek için, somutun düzlemine dönmek gerekirdi. Yazık ki, gereçleri öncelikle dil olduğundan, ansiklopediler bile bu amacı gerçekleştirmiş olmaktan uzaktı.

      Yusuf Aksu, alnında boncuk boncuk terler, sol eli göğsünün üstünde, soluğu kesilmiş gibi duruverdi birden, başını önüne eğerek gözlerini yumdu. Sanki bir düş görüyordu da iyi seçemiyordu: kendisi mi konuşmuştu, yoksa Yunus’u mu dinlemişti, bilemiyordu, ama Yunus’un düşüncesini ilk kez böyle kesintisiz, nerdeyse eklemlenimsiz bir biçimde dile getirmiş gibi bir duygu vardı içinde. Bayağı uzun konuştuğunu da tüm benliğini sarmış olan ateşten anlıyordu. Gözlerini açtı, başını kaldırdı. Karşısında nerdeyse soluk bile almadan kendisine bakmakta olan Bayram Beyaz’ı gördü, tüm bunları ona anlattığını unutmuş gibi şaşırdı. Kendisi de ona baktı bir süre.

      “Anlatabildim mi?” diye sordu.

      “Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” dedi Bayram Beyaz.

      Başlangıçta, gözünü bile kırpmadan, nerdeyse soluk bile almadan, ağzı açık dinlemiş, sonunda, Chateaubriand gibi ağlamış ve inanmıştı: Yusuf Aksu usuyla, belleğiyle, bilgisi ve insanlığıyla, şu yeryüzünde bulabileceği en büyük ustaydı; üstelik, felsefe, hukuk, politika, matematik, her alanı bilir göründüğüne göre, yaşamın her alanında öncülük edebilirdi insana. İşte, gerçeğe ulaşma yolunda, kuramın ve uygulamanın ilk öğelerini büyük bir cömertlikle önüne seriyordu. Öyleyse daha dün uzak bir düş gibi görünen yetişim sürecinin bir anda gerçekleşme evresine girdiğini düşünebilirdi. Kendini tutamayarak birden ileriye fırlayıp ellerine yapıştı, üst üste birkaç kez öpüp alnına götürdü.

      “Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” diye yineledi. “Gözlerimin önündeki perdeyi kaldırıverdiniz.”

      Yusuf Aksu “Bu çocuk deli mi yoksa? Önce el sıkıyordu, şimdi tutmuş el öpüyor! Böyle birdenbire ne oldu buna?” diye geçirdi içinden, sonra aradığı açıklamayı bulduğunu sandı, “Demek gidiyorsunuz,” dedi, gülümseyerek ayağa kalktı, “Umarım, gene görüşürüz: siz akıllı bir gençsiniz.”

      Bayram Beyaz gitmeyi usundan bile geçirmemişti, ama soruya ister istemez olumlu yanıt vermek zorunda kaldı. Yusuf Aksu ne zamandır böyle uzun süre, hem de böyle coşkuyla konuşmamıştı, konuğunun, tam da böyle gençliğinin en güzel konusuna dönmüşken, birdenbire gitmek istemesine üzüldü, bu buluşmanın çok rahatlatıcı olduğunu, dünyasını genişlettiğini düşünüyordu. İçini çekerek elini omzuna koydu; bundan böyle, Müslüm efendinin aracılığına gerek kalmadan, istediği zaman kendisini görmeye gelebileceğini, bunun için birkaç saniyelik aralarla üç kez kapıya vurmasının yeteceğini söyledi. Sonra Saussure’ün kitabını koltuğuna sıkıştırdı.

      “Bir de siz göz atın bakalım,” dedi. “Doğrusunu isterseniz, bana hep karışık, yer yer de saçma gelmiştir. Şu gösterge, ses, kavram, nesne konusunu o mu karıştırıyor, yoksa ben mi anlamıyorum? Okuyun da sonra bunu görüşelim.”

      Bayram Beyaz göğsünün genişlediğini duyar gibi oldu.

      “Peki, hocam, emriniz olur,” dedi, asansörle giriş katına, oradan da, merdivenle kapıcı dairesine inerken, bir an, başdöndürücü bir hızla göğe yükseliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Sanki bir düş evreninde deviniyor, ayakları yere değmiyordu.

      Tokatlı Müslüm kapıyı açıp da “Buyur, hemşerim, şöyle buyur!” dediği zaman, gökten yere düşmüş gibi bir ürperti duydu. Ama o da bu yüceliğe uygun bir coşkuyla karşıladı kendisini. “Şimdi sıra kafaları çekmede!” diyerek çelik masanın üstüne damalı bir muşamba serdi, her biri başka bir boyda, başka bir biçimde, çatallar, kaşıklar, bardaklar, tabaklar getirdi. Bardaklara rakı koydu, Bayram Beyaz’ı zorla müdür makamına oturttu, rakı kadehini kaldırarak “Hadi, şerefe!” dedi.

      Tam kadehlerin tokuşturulduğu sırada, kapı açıldı, buraya daha önceki gelişinde Müslüm efendinin sözü döndürüp dolaştırıp kendisine getirdiği Sivaslı Cemile, Müslüm’ün kendisinden bile iri bir kadın, başında çenesinin altından bağlanmış bir güllü yazma, sırtında kendinden kuşaklı, bol ve uzun bir basma giysiyle içeriye girdi, her şeyi önceden bildiğini kanıtlamak istercesine, “Oho! Bizim herifler sofrayı kurmuşlar bile!” dedi, ikisi altın, gerisi altın gibi pırıl pırıl dişlerini göstererek bir kahkaha attı. Kocaman kollarını dirseklerine kadar sıvayıp ak, yumuk ellerini birer makine gibi işleterek çoban salatası yaptı, sucuk doğradı, mezeleri ve yemekleri tabaklara koydu, geceye daha büyük bir katkıda bulunmak üzere, bol salçalı bir makarna hazırlamaya girişti. Bu arada, kendisi de “rakısını” alıp “Tokatlılar”la kadeh tokuşturdu; ama, kaç kez önerilmesine karşın, belki kocaman kalçalarını iskemleye sığdıramayacağını düşündüğü, belki kadın olarak ayakta kalmayı yeğlediği için, sofraya oturmadı; gelip gittikçe şöyle bir yudum aldı kadehinden, her seferinde de sol elinin tersiyle ağzını silmeyi unutmadı. Bu arada, yanından her geçişinde, Tokatlı Müslüm abartmalı bir biçimde dolgun kalçalarını, iri göğüslerini okşuyor, üzerinde üçer çift altın bilezik şıkırdayan tombul kolunu tutup öpüyor, bunun Tokatlılar’a özgü bir ayrıcalık olduğunu göstermek istercesine, hemşerisine göz kırpıyor, Sivaslı Cemile’nin harbiliği, cilvesi ve çekiciliği konusunda yorumlara girişiyor, “Ona Erkek Cemile demişler, baksana şu göğüslere, kollara ve bacaklara, on kadına bedeldir o!” diyordu. Sonra kuşağından yakaladı, çenesinin altındaki düğümü çözerek yazmasını çekip aldı. O zaman, Sivaslı Cemile’nin omuzlarına, sonra omuzlarından aşağıya doğru, en az on kadına yetecek bollukta, dalga dalga kınalı saçlar aktı. Ama Tokatlı Müslüm bununla da yetinmedi: bir şeyler getirip götürmek için yanına yaklaştığı her seferde, kolundan, belinden ya da ensesinden yakalayıp kendine doğru çekti onu, hamur, kurabiye, elma, karpuz, kavun benzetmeleriyle değişik yerlerinden öpüp durdu. Cemile hanım, aralarındaki açık ilişkiyi gizlemek gibi boş çabalara girişmemekle birlikte, hep utanır gibi yaptı, “Ayıp, rahat dur! Yaramazlığı bırak! Benden utanmıyorsan, hemşerinden utan!” türünden sözlerle kollarından sıyrılmaya çalıştı. Ama, öyle anlaşılıyordu ki, utanmak gerekmiyordu: hemşeri bir başka “ben”di, ondan utanmak kendi kendinden utanmak gibi bir şeydi, hep birlikte ikinci küçüğü yarıladıkları sırada, Erkek Cemile, bunu kanıtlamak istercesine, Tokatlı Müslüm’ün kollarından bir kez daha sıyrılarak “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar!” deyip Bayram Beyaz’ın iskemlesini kaşla göz arasında geriye çekti, ata biner gibi kucağına oturdu, iyice eğilerek sol kulağının memesini dişlerinin arasına aldı, ısırmak için bir buyruk beklermiş gibi, öylece durdu. Bayram Beyaz, yüzünde sonsuz bir acı, korku ve utanç anlatımı, içgüdüyle ellerini arkasına çekerken, Tokatlı Müslüm’le göz göze geldi; en beklenmedik durumda ölümle burun buruna gelmiş gibi, tepeden