Yücel Tahsin

Yalan


Скачать книгу

anlatayım.” Sonra, hep gülümseyerek, ağır ağır, nerdeyse hiç kekelemeden, anlatmaya başladı: “Çocuklarım, eğer insanoğlunun homo sapiens’e doğru gelişmesinde homo erectus’un önemli bir aşama oluşturduğu doğruysa, kendisine en yakın yaratıklar dört ayaklı maymunlar değil, iki ayaklı kuşlar olmak gerekir,” dedi. Topluluğa ilk kez katılmış bir kız gülecek gibi oldu, arkadaşı kolunu sıkarak durdurdu. Yunus gözlerini bu kıza dikti. “Sonrasını hiç düşündünüz mü?” diye sordu, sonra kimi kuşların da, tıpkı insanlar gibi ve insanlarla birlikte, evcilleştikçe dillerini yitirdiklerini, dillerini yitirdikçe de birbirlerine yaklaştıklarını anlattı, önümüzdeki binyılda insanoğlundan sonra konuşacak ilk yaratıkların tavuklar olacağını muştuladı, arkasından kısa bir kahkaha daha attı. “Ben kümesten bıktım artık, uçan kuşların, yani atalarımın arasına geri dönüyorum. Hadi, eyvallah!” dedi.

      “Yaşa! Kuşların Oğlu! Helal sana!” diye bağırdı biri.

      Birkaç kişi de alkışladı.

      Yunus yanıt vermedi. Tam kapıdan çıktıkları sırada, Yusuf’un koluna girdi.

      “Senin de dikkatini çekti mi: nerdeyse hiç kekelemedim,” dedi.

      “Evet, gerçekten!” dedi Yusuf.

      Yunus ayaklarının ucunda yükselerek dudaklarını dostunun kulağına yaklaştırdı, ağır ağır, ama çok da kekelemeden, “Ama dağ dağa kavuşmuş da tavşanın haberi bile olmamış!” diye ekledi, tüm gücüyle sarıldı ona. Bununla birlikte, Yusuf da aynı şeyi yapmak isteyince, durdurdu onu, eliyle yalnız gitmek istediğini belirterek adımlarını hızlandırdı. Yusuf hiçbir zaman onun isteğine karşı çıkmamıştı, bu kez de çıkmadı; öyle durdu kapının önünde, köşede gözden silininceye dek arkasından baktı. Derin bir sıkıntı duyuyordu içinde: gerçeği değiştirme oyununun sonuna geldiğini, daha kötüsü, oyunu en korkunç gerçeğe dönüştürmek üzere olduğunu usuna bile getirmiyordu.

      Ertesi gün, küçücük evinde, yatağına uzandıktan sonra, sanki sözcüklerin yolunu hep bu damarlar kapatıyormuş gibi, sol bileğinin damarlarını jiletle açtığını öğrendi.

      III

      Yusuf Aksu, cenazede, annesinin kolunda, her şey yüzde yüz tersine dönmüş gibi, kendisine gülmeyi öğreten kişinin tabutunun başında, sessiz sessiz, ama nerdeyse soluk bile almadan, sürekli ağladı. İkinci, üçüncü, dördüncü günlerde de gözlerinin yaşı durmadı, okulda da, sınıf, bahçe, yemekhane, yatakhane demeden, her yerde ağladı durdu. Geceleri, çocuklar üzerine eğilseler, yüzünde, gözyaşlarının açtığı iki parlak ve devingen yolu hep görürlerdi. Öylesine doğal ve kesintisizdi ağlaması. Bu nedenle, hiç kimse kendisini susturmaya çalışmadı, annesi bile gözlerini kurulamaya kalkmadı. Altıncı gün, bir cumartesi, sanki cenaze onların evinden çıkmış gibi, Yusuf’la Refika hanımı görmeye geldiğinde, Enis bey de bu konuda herhangi bir gözlem ya da girişimde bulunmadı: acısını çok iyi anlıyordu, çünkü kendi acısı da onunkinden az değildi. Biraz da bu yüzden, yani aynı acıyı paylaşmaları nedeniyle, onlara bir tür birliktelik önermeye gelmişti, Firuzağa’daki küçük daireyi bırakıp kendi evine yerleşmelerini istiyor, bu arada, Yunus’u yitirdiğine göre, eğer onlar için bir sakıncası yoksa, onun en yakın dostunu yasal oğul olarak kendi nüfusuna geçirtmek ve tüm varlığını ona bırakmak kararında olduğunu söylüyordu. Yusuf gene tek sözcük söylemeden sürdürdü ağlamasını: ilk günden içine doğan bir inancın etkisiyle, Yunus’tan sonra fazla yaşamayacağını düşündüğünden, bu başdöndürücü öneri pek de ilgilendirmiyordu onu. Hemen ertesi gün, annesi ortalığı şaşırtıcı bir çabuklukla toplarken de, Maçka’daki kocaman daireye yerleşirken de olup bitenlerle hiç mi hiç ilgilenmeden, sessiz sessiz ağladı gene. Koca evde, görüp de acısı depreşmesin diye, resim, kitap, eşya, Yunus’u anımsatabilecek her şey özenle toplanıp ortadan kaldırılmış, “evim” dediği arakatın kapısının önüne de iki koca dolap yerleştirilmişti. Ne var ki, dostunun acısını benliğinde duymak için, Yusuf Aksu’nun onun odasını ya da eşyalarını görmesi gerekmiyordu: yokluğu da, varlığı da hep içinde, bedeninin tüm gözeneklerindeydi. Sürekli ağlaması bundandı.

      Ama, pazartesi günü, Cadillac’tan Yunus yerine dostunun indiğini görünce oldukları yerde donup kalan arkadaşlarının yuvalarından fırlamış gözleri önünde, ağır ağır okulun ana kapısına doğru ilerlerken, birdenbire gözyaşlarının kaynağının kurumuş olduğunu ayrımsadı. Bir daha hiç ağlamadı, dostunun yokluğunu nerdeyse kanında, iliklerinde duyup başını duvarlara vuracak ölçüde acı çektiği dakikalarda bile. Gene eski sessizliğini sürdürdü. Derslerde, hocalardan da gelse, kendisine yöneltilen soruları ya baş sallamalarla geçiştirdi, ya da, kaçınılmaz olunca, tek sözcüklük yanıtlar verdi, çünkü, sözlerini azıcık uzatacak olursa, o yaşarken hep onu dinlediği, dinlerken de yüreğinin vuruşundan beyninin algılama gücüne varıncaya kadar, tüm varlığını onun kekelemesine ayarlamış olduğu için, tıpkı Yunus gibi kekelemeye başlamaktan korkuyordu. Kekelemek kötü bir şey değildi kuşkusuz; tam tersine, Yunus’un ayırıcı niteliklerinden biri olduğuna göre, konuşma biçimlerinin en güzeliydi; ancak, kekeleyecek olursa, bu hiç sevmediği insanlar kendisine güler diye korkuyordu. Kendisinin gülmesine gelince, söz konusu bile değildi: Yunus’un ölümü beslendiği tüm kaynakları kurutmuş gibi, onunla gelmiş olan gülme yeteneği de yokolup gitmişti sanki. En azından, o böyle görüyordu durumu, tüm kazandıklarını yitirdiğini, Yunus’un gelişinden önceki donuk öğrenciye dönüşmekte olduğunu sezinliyordu.

      Böylece, kendini fazlasıyla beceriksiz, fazlasıyla bilgisiz, fazlasıyla gereksiz bulduğundan, üstelik, Yunus’un öldüğünü duyduğu anda gelen bir esinle, kendisinin de çok yakın bir gelecekte bu dünyadan ayrılacağına inandığından, her şeye uzaktan bakıyor, hiç kimseyle hiçbir şeyi konuşmak istemiyordu. İlk günlerde, arkadaşları da pek istekli görünmüyordu buna. Yunus’un ölümü karşısında öylesine sarsılmışlardı ki onu anımsatacak bir şey yapmaktan kaçınıyor, sevgisini alaya aldıkları, böylece Canan’ın uzaklaşmasına neden oldukları için, belki de her biri bu ölümden kişisel olarak kendini sorumlu tutuyor, suçu unutmak ve unutturmak düşüncesiyle ondan söz etmemeye özen gösteriyorlardı. Gene de, yavaş yavaş, özellikle adı çalışkana çıkmış öğrenciler, bu arada kimi öğretmenler, Yunus bu dünyadan göçtükten sonra üzerlerinden bir ağırlık kalkmış gibi bir duygu içinde yaşıyor, bundan böyle yanlışlarını, saçmalıklarını ortaya çıkaramayacağını, şakalarının bayağılığını saniyesinde gözle görülür kılarak kimsenin yüzüne bakamaz duruma getiremeyeceğini düşünerek daha rahat soluk alıyor, Yusuf’a da o dönemin kötü bir anısı olarak bakıyorlardı. Bu sönük ve sessiz çocuğun günün birinde Yunus’un yerini alma olasılığına gelince, böylesine aykırı bir şeyi uslarından bile geçirmiyorlardı.

      Gene de, ilk haftalardan sonra, ortaya Yunus’un karşı çıkacağı türden bir görüş atıldı mı, çoktan yerleşmiş bir özdeşleştirme sonucu, ama daha çok bir tür öç alma isteğiyle, kimi sınıf arkadaşları gözlerini hemen onun üzerine dikmeye başladılar. Daha sonra, gizliden gizliye Yunus’a yönelen bir meydan okumayla, ikide bir çetrefil sorular sordular ona. Yusuf Aksu, oldukça uzun bir süre, ya hiç yanıt vermedi, ya da “Bilmiyorum,” deyip başını çevirdi. Ama, en inatçılarından biri, babasının ne iş yaptığı sorulunca, şaşmaz bir biçimde, önce “Şoför!” yanıtını verip arkasından “Ama elli kamyonu, on beş taksisi var!” diye ekleyen Kıvırcık Besim, bir gün, Yunus’la çoktan sonuca bağladıkları bir konuda, meydan okumayı alaya dek götürünce, Yusuf birden patlayıverdi. Hem de ne biçim! Bir yandan o çok derinlerden gelen, yumuşacık ve uyumlu sesiyle,