Ayşegül Çelik

Korku ve Arkadaşı


Скачать книгу

ve nice tuhaf deniz taşları varmış.

      Anasını doğarken kaybettiğinden, yalnızlığı erken başlamış diyorlar. Aslında tam sekiz kardeşi var Tarçın’ın. Ama hiçbiri onun gibi değil. Doğduğundan beri ziyadesiyle tuhaf olan hallerine, anasızlığın vakarı ve yalnızlığın korkuları da eklenince hepten tuhaf bir çocuk olup çıkan Tarçın, –ahaliyle birlikte– tez zamanda sezmişti kendindeki garipliği: O, kimseyle benzeşmez… Dinleyenin içini acıtan öyküler bilir, olmamışı sezer; kimsenin duymadığı seslerden duyduğu, tuhaf kuytularda gezindiği görülür. Ne yengeç kıskaçlarını çalımla asabilir boynuna ne kancadan balık çıkarabilir. Hatta ölü martılardan bile korkar. Çocuklar üstüne mercan saçakları atıp korkusuyla eğlenirler. Köyde onu sesleyen de olmaz, oyuna çağıran da. Kendiyle birlik bir de yalnızlık büyütür içinde; yaşı yaşına denk: Gözle görülmeyen bir gölge haline gelişi ta bu vakitlerde başlar.

      Yalnızlıktan iyi anlayan bu çocuk, gündoğumuyla birlik köye sırtını dönüp kâh karamuklar, kâh narlar arasında gezinir, zeytinlerin çatal yapmış dallarında, dirliksiz uykulara dalardı. Zeytine tırmanırken aşağıda bıraktığı köyün, koyduğu yerde duracağını sanıyordu ve dünyanın… Fakat yalnızlık, büyümeye müsait yaban otlarına benzediğinden, bir an geldi ki çatal yapmış bir dalda uyanıp gözlerini açtığında, herkesin çoktan gitmiş olduğunu fark etti Tarçın. Çocuklar, yengeç kıskaçları, mercanlar… Doğrulup insanların ve seslerin seyrelişine dikti gözlerini ve zeytinlerin üç-beş parmak uzadığını, cennet yüzlü balıklarınsa çoktan kaybolduğunu gördü… Artık onun akranları denize çıkıyor, onların dönüşünü başka çocuklar kolluyordu kıyıda. Etrafta kimsesizlikten başka bir şey yoktu. Belki bir tek zeytinler…

      Ona yaklaşmaya niyet eden tek çocuğun Yunus olduğu söylenir. Kendi, vakarıyla sevilen, haşarılığı olmayan bir oğlan. O vakitler, Halil Amca’nın kayığında onlarla birlik balığa çıkıyor. Denizden, Halil Amca’dan, onun motorlu kayığından birçok şey öğrendi, birçok da büyüdü. Önceleri hep uzaktan gözlerdi Tarçın’ı, ama artık seslenebiliyor, ağ açmaya, konuşmaya çağırabiliyor onu. Yunus dediğimiz merhametli bir çocuk; içi burkulur Tarçın’ın yalnızlığına. Yaşıtıdır ama hiç alaya almamıştır onu. Ne üstüne mercan fırlatmış ne anlattığı ürkütücü öyküleri dinlerken olmadık yerde ağlamaya kalkıp yerli yersiz dert yanarak analığından yediği dayakları seyretmiştir. Yıllarca kendini tekin tutup, “Ne olacak, bir çocuk işte,” diye düşünerek beklemiştir Yunus. Beklediği ilk şey, Tarçın’a karşı duyduğu korkunun yatışmasıymış şüphesiz. Ancak daha sonra, gözlerindeki o acayip ışıltının aklından çıkacağı vakti beklemeye koyulmuş… O vakitler köyde deniz fenerinden bahseden bir kişi bile yokmuş ve Yunus’un aklını karıştıran, ömrü hayatında rastladığı tek fırtınanın içinde Tarçın’ın yüzünü görüvermek olmuş… Açık denizde!

      Önce aklının bir oyunu sanmıştı bunu. Geçiştirdi, yoksadı… Ama ne yaptıysa olmadı, bir türlü aklını yatıramadı. Tarçın denilen bu çocuk, gün boyu kayıp değil miydi? Sonra birdenbire ortaya çıkıp tuhaf öyküler anlatmıyor muydu? Ne yaşadığını, kim bilir? Yaşar Amca’nın kayığı alabora olduğunda, daha haberi köye girmeden yalınayak dışarılara fırlayıp, “Eyvahlar olsun, gitti Yaşar Amca’nın kayığı!” diye vahlanan o değil miydi? Deliliğine hükmeden, analığı ve kardeşleri etrafını çevirirken gecelik elbisesinin yakasında gizlenen mavi-mor çürükleri görmemiş miydi Yunus? Bozarık eteklerin ele verdiği cılız bacakları hep yaralarla dolu değil miydi? Peki nasıl olmuştu bunlar? Tarçın’a sorulsa “bulutlardan bir fırtına bulutu esip savururken yaralanmış ve zeytin ağaçları kuş uçumu boyunca gülmüşlerdi haline”! Haydi, Yunus’un fırtına içinde gördüğü yüz bir alaca düş olsun, bir akıl sayrısı… ama, bir keresinde de “Ahışâh” adında bir denizminaresi düşmemiş miydi kızın kırpık saçlarından? Parmaklarında ancak istiridyelerin yapacağı türden derin kesikler yok muydu? Bu dirliksiz işaretler çoğaldığında olanlar oldu: Yunus, kendini Tarçın’ın hikâyelerinde buldu.

      Bazen şose yolun, çileklerin, bazen denizin kıyısında anlattırıyordu ona. Hikâyeler uzundu ve aldatıcı. Çoğunun bir yere çıktığı da yoktu… Aslında Yunus daha o vakitlerde seziyordu ki mühim olan sonuçlar değil. Çünkü Tarçın hikâyelerle bir olup çalkanıyordu. Asıl bu bulanık çalkantıyı seviyordu Yunus. Tarçın, hikâyeleri dağ edip, deniz edip savuruyordu da yanı başında, O elini bile süremiyordu. Fakat, Yunus dediğin akıllı bir çocuk: Tez zamanda kavradı ki bu iş hep böyle olacak! Hep kıyısında duracak dağın, denizin, Tarçın’ın. Peşleri sıra gidemeyecek. Sanki o bir başka dünya… sadece bazıları gidebiliyor, geri kalanlar hep kıyıda…

      “Yaşar Amca’nın kayığını anlatacaktın ya!” dedi Yunus, kürekleri bırakırken. Yine hikâyelerin boyunu aşmışlığını unutmaya yelteniyordu. Köyden denize inen ilk burnu dönmüş, günbatımını karşılarına almışlardı. Sandal kendi kendine kımıldanıyor, Tarçın’da yine o endişeli, o yeşil gözler. Ona kalırsa; kayığın alabora olduğunu gören kıyıdaki en yaşlı zeytindi aslında. İçinde yürüyen su marifetiyle düşüne girip Tarçın’ı uyandırmış, olanları fısıldamıştı alelacele. Tarçın 8-9 yaşlarındayken, mutlak bir sayrıyla gün doğdu sanıp kıyıya koştuğunda, yine aynı Zeytin ona seslenerek koyun yakınından büyük bir inci balığı sürüsünün geçmekte olduğunu, denizin üstündeki aydınlığı yakamozlarla oynaşan balık pullarının yarattığını söylemiş, henüz gece yarısı olduğundan, bir uyanan olmadan evine dönmesini salık vermişti dostça. Çünkü, bu ağaç Tarçın’ın en sevdiği ve belki ağaçlar içinde de Tarçın’ı en çok sevendi. Küçük bir kızken ona kendisi kadar küçük insanların hikâyelerini anlatırdı. Bu hikâyeleri çoktan ezberine almasına rağmen, bin kere daha anlattırmıştı Tarçın. Mesela; ötede hayal meyal görünen burundan sonra, uzakta, çok uzakta büyük kayalar vardı. Buna yemin ederdi. O kayaları yüzerek üç gün üç gece geçince de bir ada. İşte Zeytin’in hikâye ettiği küçük boylu, uzun şapkalı insanlar, o adada yaşıyordu.

      “Köpekbalıkları var dedikleri yerde mi?” diye sordu Yunus. Şaşırmıştı! “Yok,” diyordu Tarçın, “çok, çok daha uzakta!”

      “Oralarda ada falan yok!” dedi Yunus, hikâyeler bir yana, bunu iyi biliyordu. Ufku yokladı gözleriyle; güneş neredeyse batacak. Köyün ışıkları görünmüyor ama, orada bir yerde olduklarını biliyor, Yunus. Kulak veriyor: Aklı bir serinlik salıyor içine, rahatlıyor.

      “Hem oralar sınırdan bile ötede…” diyerek burun kıvırıyor.

      “Orada bir ada var. Adada küçük, küçücük insanlar… Kayalıkların arasındaki evlerinde yaşıyorlar. Ama bizimkilere benzemiyor evleri. Çünkü çok güzel. Upuzun bahçeleri var, çünkü hepsi aslında aynı bahçenin etrafında yaşıyor! Misminnacık elleri, misminnacık ağızları var ama korkma, gözleri büyüktür. Aslında tıpkı bizim gibiler; ana babaları var, balığa çıkıyorlar, günü geceyi de biliyorlar fakat küçükler, küçücükler. Köylerinde bir de deniz feneri var. Dalgadan kaçan gemileri olduğu gibi, denizkızlarını da çekiyor bu fener. Onların soyu deniz kızlarına uzuyor. Ben çocuğum diye herhalde, Zeytin bana hep onların hikâyelerini anlatıyor. İçlerinden birinin ismi de Aylan.”

      “Uydurma olduğu buradan belli!” dedi Yunus, “Hiç öyle isim olur mu?”

      “Aylan’ın ismi bu işte!” diye diretti Tarçın. “Hem onun saçları öyle güzel, öyle güzel ki; beline kadar iniyor.”

      “Anamınki gibi mi?”

      “Olur mu hiç? Aylan erkek: Sen gibi, babam gibi.”

      Buz